DOĞU-BATI AYRIMININ TUTARSIZLIĞININ SİMGESİ OLARAK TÜRK MEDENİYETİ -Aliya İzetbegoviç ve Cemil Meriç’den Hareketle Bir Okuma- Mevlüt Uyanık Öz: Doğu ve Batı terimleri salt coğrafi bölgelere mi; İslâm ve Doğu kültürlerini özdeştirip, Batı dünyasının hâkimiyetini pekiştirmek için gerekli bir öteki olarak konumlayıp, medeniyetler arası çatışma tezinin teorik arka planını mıdır? Yoksa insanlığın birikimin farklı bölgelerdeki seyrini inceleyerek, buralarda üretilen bilginin ortamına mı işaret eder? Bu metnin amacı bu terimlerin Hakikatin farklı zaman ve mekânlarda tezahürüne işaret ettiğini, dolayısıyla bunlar arasında bir çatışma olduğunu ve/ya olacağını göstermediğine dair okuma yapmaktır. Bunun ilk örneğini Doğu ve Batı fikrî birikimini “Helenistik Felsefe” şeklinde temellendiren Büyük İskender ve hocası Aristoteles vermiştir. Peripatik felsefeyi İskenderiye hattı üzerinden yapılan yorumunu Hz. Muhammed’e gönderilen son mesajın verileriyle yorumlayarak Meşşaî öğretiyi temellendiren Farabî Doğu ve Batı Ayrımının kategorik olduğunun ikinci örneğini verir. Meşşaî geleneğini Farabî ve İbn Sina Doğu’daki temsilcileriyken İbn Bacce, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd Doğu’da yani Endülüs’de geliştirmişlerdir. Dolayısıyla Doğu ve Batı kültürünü Tek hakikatin tecellisi bağlamında değerlendirmiştir. Türkler Farabî’nin öğretisini siyasî alana taşımış Selçuklu ve Osmanlı Devletleri Doğu ve Batı arasındaki irtibatı siyasal olarak da kurmuşlardır. Fatih Sultan Mehmed ile artık Türk Müslümanlığı Doğu ve Batı ayrımının kalktığını bütün dünyaya ilan etmişlerdir. Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak işte sürecin yeniden okunması ve güncellenmesidir. Coğrafi ve siyasî olarak İngilizler üzerinde güneş batmayan Britanya imparatorluğunu kurmuşlar, fikrî olarak düalist bir sistem içinde “Üçüncü Yol”un temsilcileri olmuşlardır. Günümüzde ise Commonwealht adıyla Doğu ve Batı bölgeleri üzerindeki hükümranlıklarını devam ettirmektedirler. Bu metin, Doğu ve Batı ayrımının emperyalizm ve oryantalizm kavramlarına meşruiyet sağladığı önermesini güncellemektedir. Özellikle Kadim Dünya’yı Doğu ve Batı bölgelerinde oyun kurucu siyasal aktörler olarak Türkler ve İngilizlerin sürekli rakip olduklarını önermesini tartışmaya açmaktadır. Anahtar Terimler: Doğu, İslâm, Batı, Hıristiyanlık, Hakikat, Üçüncü Yol, Türkler, İngilizler Giriş: Marc Zuckerbeg Facebook ile insanlığı çevrimiçi ortamda birleştirme hayalleri kurarken, son zamanlarda çevrimdışı diyarda cereyan eden olaylar “medeniyetler çatışması” tezinin ateşini körükledi. O kadar ki, “pek çok âlim, siyasetçi ve sıradan vatandaş, Suriye iç savaşı, İşid’in peydahlanması, Brexit’in yarattığı kargaşa ve Avrupa Birliğinde yaşanan istikrarsızlık gibi konuların hepsini Batı Medeniyeti ile İslâm Medeniyeti arasındaki çatışmadan kaynaklandığına inanıyor” der.1 Burada bir coğrafya “Batı” diye verilirken diğerinde “Doğu” coğrafyası İslâm ile özdeşleştirilmektedir. Buna ilaveten uzak doğu diye nitelenen Çin, Konfüçyüs geleneğini de ilave edince Doğu-Batı ayırımı “Medeniyetler arası Çatışma” teziyle eko-politik politikalarına meşruiyet sağlanmaktadır. İslâm dünyası açısından somutlaştıracak olursak, 1989-1990 yılında SSCB dağılınca iki kutuplu dünya yerini ABD öncülüğünde Yeni Dünya Düzenine bıraktı. Yeni uluslararası sistemde ideolojik temele dayalı Doğu-Batı bölümlenmesi yerini ekonomik temele dayalı Kuzey-Güney tasnifine bıraktı. ABD ve AB ülkeleri, Irak-İran savaşı ve Irak’ın Kuveyt’i işgali ile başlayan bir süreçle Müslüman halkların yaşadıkları enerji üretim ve arz merkezlerine operasyonlar yapmaya başladı. Bernard Lewis’in The Atlantic’te yazmış olduğu ‘Müslüman öfkenin kökleri’ adlı makale üzerine Samuel Huntington’un inşa ettiği “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” teziyle “gerekli bir öteki” temin edilerek sağlanmaya çalışıldı. Huntington’a göre, Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve Afrika medeniyetleri etkinliğini sürdürmektedir. Nitekim “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması,” tezinin mimarına göre bile “İslâm, (Batı) Hıristiyanlığı, Musevilik, Budizm ve Hinduizm de köktendinci ya da radikal diye isimlendirilen hareketler eş zamanlı olarak ortaya çıktığını unutmamak gerekir.Francis Fukuyama’nın “Tarihîn Sonu ve Son İnsan” teziyle artık Batı’nın zaferini ilan etti.2 Doğu-Batı ayrımı üzerine kurulu tasnifi inceleyen disiplinin olarak ortaya çıkan Oryantalizm/Şarkbilim ve sosyoloji emperyalizmin Batı’nın öteki toplumları hükmetmek için alt yapı oluşturan disiplinlere dönüşmektedir. Daha net ifadeyle bu ayrım, Batılıların, ötekileştirdiği Batı-dışı toplumların yaşadıkları bölgelerdeki enerjiye ulaşmak, buraları salt tüketim merkezlerine dönüştürmeyi ifade etmektedir.3 Bu bağlamda İslâm dini ile Konfüçyüs öğretisini/geleneğini “Doğu” terimiyle özdeşleştirip, Batı’yı demokrasinin, ilerlemenin merkezi olarak nihai sosyo-politik gerçeklik diye sunup bunlar arasındaki çatışma diye sunmak, Batı’nın eko-politik savaşına kılıf bulmaktan başka bir işlevi yoktur. “Medeniyetler Çatışması” uygulanmasının daha maliyetli ve riskli olarak görülmesinden dolayı olsa gerek ki, İslâm dünyasında “medeniyet içi çatışma”yı Şii-Selefi adıyla yapacak hazırlıklar yapıldı. 11 Eylül 2001 tarihî bu anlamda 3. Dünya savaşının tetiklendiğini ama dünyanın farklı yerlerinde vekâlet savaşlarıyla sürdürüldüğünün simgesidir. Bu bağlamda 2010-2011 yılı içinde demokratikleşme vaadiyle başlayan Arap Baharı İslâm dünyasının yeniden düzenlenmesinin ve enerji üretim ve arz merkezlerinde küresel yapıların çatışmasının demokratikleşme adıyla sunulmasıdır. Bu nedenle bize göre Arap Baharı, Ortadoğu’da sert bir zemheri soğuğu estirerek, yaz mevsimini kışa çevirdi. Ardından Müslüman ülkeler arasında meşruiyeti Şii-Selefi mezhebi tasavvurlarla meşruiyeti sağlanan medeniyet içi çatışmalar iyice arttı, insanlar yerlerinden yurtlarından edildi, göç hareketleri başta Türkiye olmak üzere bir çok ülkeyi oldukça zor durumda bıraktı. İşid/Daeş ve el-Kaide vb örgütler Müslüman ülkelerde yaptığı eylemler temelde Müslüman halkların mağduriyeti ile sonuçlandı, bunlara ilaveten bazı Batılı ülkelerde yaptığı saldırılarla bütün dünya da bir İslâm korkusu (İslâmfobia) oluştu/ruldu. 4 Bu noktada Doğu-Batı, Kuzey-Güney ve 3.Dünya ülkeleri ayrımı doğrudan sömürgeci güçlerin Batı dışı toplumlardaki yaralı bilinçler oluşturma, hükümranlıklarını pekiştirmek için kullanıldığı hususunda ayrıntılı bilgi vermek gerekir: Doğu-Batı Ayrımı ve Oryantalizm Varlık (Tanrı-evren) bilgi ve değer üzerine rasyonel/tutarlı ve eleştirel düşünceler/sistemleri araştırma peşinde olmak hikmet sevgisi demektir. Allah, ilk insandan itibaren dünyada refah ve huzuru; ahrette ise felahı sağlayacak ilkeleri göndermiştir. Farklı zaman ve mekanlarda farklı dil ve kültürlere/kavimlere gönderilen bu temel ilkelerde kırılmalar olduğu vakit, aynı mesaj (Tevhid) farklı bir dil ve formla (şeriat) yeniden yeni bir uygulayıcı (nebi/rasul) ile gönderilmiştir. Bu mesajların sonuncusu ve kıyamete kadar geçerli olacak olanı Hz. Muhammed (sav) gönderilendir. Artık kıyamete kadar yeni bir yol ve yöntem (şeriat) gönderilmeyecekse biz önceki uygulamaları, aksaklıklarını ve bunların giderilme çabalarını yani insanlığın düşünce birikimini (felsefe tarihî) eleştirel bir şekilde okumamız gerekmektedir. Kısa bir süre içinde önceki gelenekler ve ortaya çıkardığı medeniyetlerle yüzleşerek kendine özgü yeni bir bilgi, bilim ve medeniyet tasavvuru oluşturdu, uzun soluklu devletler kurdu.5 Cemil Meriç’in Ebû Zeyd Veliyüddîn Abdurrahmân İbn Haldun (d.1332) dan hareketle bu süreci analizini dikkate alırsak, bir medeniyetin hayat bulması o medeniyeti meydana getiren insanların karşılarına çıkan coğrafi ve tarihi baskılara meydan okumalarıyla mümkün olabilir. Doğan bir medeniyetin gelişmesi ise yaratıcı bir azınlığın varlığına bağlıdır. Peygamberimizin dini ve iktisadi, siyasi bir ıslahatçı olarak başlattığı hareket, kısa sürede önemli bir ilim adamı grubu tarafından bilgi, bilim ve medeniyetleşme sürecine dönüştür. Bir kültür kendi değerlerini inşa ederken başka bir kültürden malzeme alarak faydalanma yoluna gider. Bu türlü “iktibaslar” daha çok ilim ve teknoloji alanında geçerlidir. Yabancı bir medeniyetten dini, felsefi, içtima, ahlaki unsurlar sadece besleyici malzeme olarak alınabilir, bir süre sonra kendi özgün fikrini oluşturur. Bu husus son derece önemli, çünkü bir medeniyetin büyümesi ne teknolojik zaferle, ne madde üzerindeki hâkimiyetiyle olur. Bu özgünlük ve diğer medeniyetlere baskın hale gelme durumunu Cemil Meriç şöyle açıklar: “Kendini kendini tayin etme, kendi kendini biçimlendirme imkanının gittikçe artması, toplum değerlerinin manevileşmesi, cihaz ve tekniklerinin sadeleşmesiyle olur.” Bu gerçekleşince, artık toplum farklılaşmaktan bütünleşmeye geçer. Büyüyen medeniyet bir bütündür, kaynaşmış bir bütün. Kalabalık, yaratıcı azınlığa gönülden bağlıdır”. 6 İslamiyetin fikri, ilmi teşekkül sürecindeki öncülerimizi (selef) bu açıdan incelemek gerekir. Çünkü halefler yani sonrakiler onları isteyerek takip eder. Büyüyen medeniyet, öteki medeniyetlerden gittikçe farklılaşır. Meriç’in Spengler değerlendirmesinden hareketle söyleyecek olursak, bir kültür özgün birkaç özelliğiyle diğerlerinden ayrılır. Aslında her kültür benzeri olmayan bir tecrübedir. Bu noktada iki husus önemlidir onun için, ilki kültürleri ve medeniyetleri belirleyen manevi değerleri, tarihin düzensiz olaylar dizisi içinden çıkarıp ayırması, ikincisi ve en zoru, bu manevi değerlerin gelişip serpilmesinin mantıklı bir safhalar dizisi, bir tarih, bir kader şeklinde düzenlemesidir. Başka bir kültürün çocuğu da olsa er geç bütün özgünlüğüyle kendini gösterir. Bu anlamda her kültür benzeri olmayan bir tecrübedir ve onun kültür diye nitelenmesi için sanat, felsefe, bir düşünce tarzı olarak ortaya çıkması gerekir. Bu anlamda dünya tarihinde öne çıkanlar Antikite (Grek-Roma), Arap, Hint, Babil, Meksika, Çin, Mısır, Batı-Faustçu (Batı Avrupa-Amerika) gibi yüksek kültürlerdir. Ona göre, medeniyet, her kültürün bir kaderi idi 7 Bu kültürlerin medeniyet olarak dünya tarihinde yerini almalarında dinin/manevi değerlerin önemi belirleyicidir, çünkü Aliya’nın da dediği gibi, tüm kültür, dinin insan üzerindeki veya insanın kendi üzerindeki tesirinden ibarettir; bütün medeniyet, zekânın tabiat ve dış dünya üzerindeki tesiri demektir. Kültür “insan olmak hüneri”, medeniyet ise işlemek, üretmek, yönetmek, şeyleri daha mükemmel yapmak maharetidir. Kültür “durmadan kendi kendini yaratmak”, medeniyet ise durmadan değiştirmektir.8 Ziya Gökalp’de bu anlamda kültür/hars ve medeniyet ilişkisi üzerinde durur.Kültür, toplumların “derûnî inkişafından”, medeniyet ise muhtelif harsların/kültürlerin birbirini etkilemesinden ve karışımından meydane gelir. Bu nedenle bir başka kültür (Batı) kültürü tamamen taklit edilemez, ama medeniyeti ise alınabilir, der. 9 Meriç, buradaki anahtar kavramın “Ümran” olduğunu belirtir. İbn Haldun’un insanlığın fikri birikimine en önemli katkısının ümran/medeniyet kavramıyla yaptığını, bununla bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimai ve dini düzen, adetler ve inançlarını içerdiğini belirtir. Bu açıdan Ümran, tarihi ve insanı bütün olarak ifade eder. Bu terimin tarihi anlamak ve yorumlamak için bir felsefe geliştirdiğini belirtir, çünkü alt kavram olarak asabiyet terimini “tarihi inkişafın muharrik kuvveti olarak” kullanır. Toplumsal birliktelik (içtamai tesanüt) Bu anlamda ümran, içtiami hayattır, kültür ve medeniyeti içerir, hem bedevilik/göçerlik hem hadarilik/yerleşiklik vardır. Şehirleşmenin yerleşik düzenin kurallara bağlanmasıyla oluşan süreç ise temeddün ile karşılanır. Bu “Şehir medeniyeti” ifade eder. 10 Fransız yazar Georges Labica da benzer tespitlerde bulunur. Ona göre,, Umran, medeniyetin umumî sosyolojisi olup, İçtimaîlik, fizikî coğrafya, beşerî coğrafya ve psiko-sosyolojiyi kapsar. Bu çerçevede Bâdiye yahut bedeviyetin sosyolojisi üzerinde durur. Umumî bir etnoloji (iki insan topluluğu vardır), mukayeseli bir psikoloji (bedevî ve haderî), bir jeopolitik (çöl) ve bir içtimaî (asabiyetin unsurları) dinamik sunar. İlaveten İbn Haldun, Mukaddime’inde mülk ve siyasî felsefe ile ilgilenir. Bu çerçeve cismanî (mülk) ve ruhanî (hilafet) iktidarın şartlarını belirler. Bu açıdan eser bir devletler dinamiği ve kültür antropolojisi (hiç değilse müesseseler nazariyesi) olarak da görülür. Ayrıca hHaderiyet veya şehir sosyolojisi bağlamında da incelenebilir. Bu açıdan maaş veya ekonomi-politik yani insanların emek ve gayretlerini harcadıkları faaliyetlerin neler olduğundan söz eder. Nihayetinde Ulûm yani ilimlerin topyekûn bilançosunu yapan bir bilgi sosyolojisi sunar. 11 Biz de göçerlik ve yerleşiklik bağlamında Türkistan/Atayurt ve Türkiye/Anayurt arasındaki göç tarihini bir nevi toplumsallaşma sürecini inceleyip, içtimai tesanüd yani “dayanışma duygusu”, “sosyal bağlılık” ve “sosyo-politik kimlik” olarak tanımladığımız asabiyet kavramının iki boyutu (sebep/din ve nesep/ırk) olduğuna dikkati çekiyoruz.12 Bu husus önemli, zira toplumu ve devleti ayakta tutan temel motivasyon olan asabiyet kavramının incelenmesi, hem insanın göçerlik ve yerleşiklik/medenilik doğasını, bunlar arasındaki geçiş sürecini, olası kırılma ve yabancılaşma noktalarını; hem de egemenlik ve siyaset ilişkisini gündeme getirir. İslâm devletlerin en uzun ömürlü olanı 622 yıl ile Osmanlı;330 yıl Hind Babür imparatorluğu 277 Kurtuba Emevi Hilafeti olmuştu. İran’da bir Türk boyu tarafından kurulan Safevi Devleti Osmanlı’dan 185 yıl önce çökmüştü. 14. ve 15.yy.’larda, Avrupalılar, Asya’dan ithal edilen az bulunur baharat türleri gibi lüks ürünlere karşı bir tüketim alışkanlığı geliştirmişlerdi. İslâm’ın yayılışı, özelliklede 1453’de İstanbul’un fethi, aynı zamanda Avrupa’da keşifler çağını başlatan olay olmuştur. 1517’de Mısır’ın Osmanlılarca alınması, Uzak Doğu Asya ile doğrudan ticareti sekteye uğratmış ve Avrupalılar için yeni bir ticaret yolunun bulunması gereğini zorunlu kılmıştır. Bu bağlamda 1488 yılında Portekizliler Ümit Burnu’na ulaşır. On yıl içinde Hint Okyanusunda bir iktidar ortağı oluştururlar. 1492 yılında Christopher Columbus (1451-1506) Hindistan’a gitmek için batıya doğru yola çıkar ve Amerika’ya ulaşır. 13 Hollanda’nın 1789 yılında Ümit Burnu’ndan geçerek Hindistan alt kıtasını; Napolyon komutasındaki Fransa’nın da Mısır’ı işgal (1798) etmiştir. Kolomb (Columbus)’un sürekli batıya giderek Hindistan’a başka bir yol arama çabası sonucunda Amerika kıtası da işgal edilen yerler arasına girdi. Batı ülkeleri kademeli olarak Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Doğu ülkelerini sömürge haline getirmeye başladılar; Osmanlı Devletinin de sürekli zayıflaması ve nihayetinde çökmesi bu sureci hızlandırdı. Modem Batı medeniyetinin temelinde bu sömürgeleştirilen ülkelerin maddi servetlerinin yattığı bir gerçektir. Tabi bu çerçevede, sömürgenin sürekli kılınması cin sosyal bilimciler devreye girdi. Bizlere, maalesef, salt akademik çalışmalar bütünü olarak sunulan Oryantalizm (Şarkbilim)in -bazı istisnalar olabilirse de- gerçek işlevi bu noktada önem kazanmaktadır. Çünkü Oryantalizm, Doğu’nun sistematik bir araştırma, buluş ve pratik fayda oluşunun “bilim disiplini”dir. Bu anlamda Batı’nın Doğu bilimi olarak bir “uygarlık taşıyısı”dır.14 Bu noktada istisnai durumları Said’in tespitiyle belirtmek gerekir: “Oryantalizm, ham maddesi Doğu uygarlığı, Doğu halkı ve toprağı olan bir yorum mektebidir. Bu mektebin objektif bulguları, yetenekli âlimlerin ortaya koydukları sayısız eserler, yayımlanan ve tercüme edilen kitaplar, sıraya konan gramer bilgiler, sözcükler, ölmüş devirlerin yeniden canlandıran eserleri, akılcı bir görüşle insanların faydasına sunulan pek çok metin, aslında konuşma dillerinin içinden çıkarılmış ölümsüz gerçeklerdir.”15 Oryantalist yöntem gereği, önce Doğu tanımlanmalı, ıslah edilmeli (!) ve sonunda kökünden Batı medeniyetinin normlarına göre değiştirilmeliydi. Bunun icin öncelikle İngilizce olmak üzere Batı dilleri ile eğitim yapan okullar açılarak, askeri, siyasî ve idari alanlarda Batılı zihinler yetiştirilmeye özen gösterildi. Burada “Eğer İslâmı yaşanılır kılmak istiyorsanız, inanç ve uygulamalarınızı modem (tabii ki burada Batı kast edilmektedir) tarihsel eleştiri, felsefe ve bilimlerine uygun hale getirmek zorundasınız. ” düşüncesi zihinlere kazınmaktaydı. Bu yöntemin Müslüman gençlere benimsetilmesi de, mevcut kültürel-siyasal hegemonyanın tesiri ve İslâm’ın başarılı olmasının ön şartı gibi sunulmasıyla olmuştur.16 Batı dışı toplumların maddi zenginliklerinin aktarılmasını öngören sömürgecilik ile Batı düşüncesinde Rönesans/Reform ve Aydınlanma adıyla başlayan fikrî yenilenme birleşince özelde İslâm dünyası genelde bütün dünya kademeli bir şekilde Batılıların etkisi altında girdi. 1815-1914 Avrupa’nın dünya da sömürge imparatorluğu %35 den %85 çıkmıştı. 17 İslâm devletlerinin tarih sahnesinden çekilme sürecinde bilgi ve bilim alanında avantajlarını kaybetmesi, hatta şarkiyat/oryantalizm Batılıların kendileri hakkında ürettikleri bilgeleri dönüştürme paradoksu; sömürgecilik ile iktisadî, siyasî ve ictimai alanda bütün avantajlarını kaybetmesinin nedenleri üzerinde ayrıca ayrıntılı olarak durulmalıdır. Çünkü “oryantalizm, estetik, bilimsel, ekonomik, sosyolojik, tarihe ait ve filolojik metinler aracılığıyla aktarılmaya çalışılan bir cins Jeo-ekonomik görüşler bütünüdür.”18 Bunu yapmak gerekir, çünkü doğulu, kendi kendine kendisini anlamyaa yetenekli değildir. Avrupa ona yardımcı olmalıdır. 19 İspanyol ve Portekizli kaşiflerin başlattıkları 15. yüzyıldaki teknolojik ilerlemeler ve keşifler neticesinde ilk sömürgecilik hareketleri, daha sonra 18. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkan sanayi devriminin ardından gelen kapitalizmi oluşum süreci de başlamış oluyordu. 17. yüzyıla kadar Merkantilizm adıyla devam eden bu süreç 17. yüzyılın 2’nci yarısında İngiltere, Fransa, Hollanda ve Almanya’nın katılımıyla Kuzey ve Orta Avrupa’ya geçen sömürgecilik hızla dünyanın her tarafına yayılmaya başladı. Buralarda İngiltere ve Fransa bazen bir araya geliyor bazen de birbirleriyle çatışıyorlardı. Çünkü oryantalizmin önceleri bunlardı ve uzun sürede bu statüyü korudular.20 Daha sonra bunlara İtalyanlar, Ruslar, Portekizler bu paylaşıma ortak oldular. Oryantalizm artık kapitalizmin bir parçası olarak işlev görüyordu. Bu anlamda Oryantalizm Avrupa’nın Doğu fikirdir. Yani Batı dışında kalan yerler Doğuydu; buralar Avrupa’nın maddi kültürünün ve uygarlığının ayrılmaz bir parçası diye nitelendiriliyordu. Artık Doğu bilim/oryantalizm bu medeniyetin kültürel ve ideolojik açıdan değişik bir anlatım şekli, kelime hazinesi, bir eğitim ve öğretim, kurumlar beraberliği, hayaller ve düşünceler toplamı, öğretiler ve hatta sömürge yönetimi için gerekli bürokrat kadrolar ve yeterli yönetim elemanlarıdır. 21 Görüldüğü üzere, Kuzey-Güney ve 3. Dünya ülkeleri şeklindeki tasnif, sömürgecilik, sanayileşme ve bunun ortaya çıkardığı kapitalizmin üretimidir. Hammadde ve tarım ürünlerinin ithal merkezlerini tekellerine almak, stratejik çıkarlarını hâkimiyeti için önce denizlerin kontrolü sağlandı. Ardından fiilen işgaller/sömürgeler başladı. Aslında iktisadî emperyalizmin diğer adı sömürgeciliktir. Askeri emperyalizmden sonra ve yakın çağlara ait çok sinsi, kurnaz ve hesaplı bir emperyalizm türüdür. Bu öğreti teşkilatlı bir siyasal yapının teşkilatı yeterli olmayanların çalışarak yarattığı fazla değeri almak için yapılan teşebbüstür. Sömürgecilik (colonialism 1800’lerin ortalarında itibaren “…geri kalmış ya da güçsüz toplumların, daha büyük güçlerce sömürülmesi siyaseti olarak anlaşılmıştır. Bu açıdan Emperyalizm ve sömürgecilik aslında hep kol kola gitmiş iki siyaset olarak değerlendirilebilir. Türk-İslâm Dünyasının Sömürgeleştirilme Süreci 1980 yıllarda başlayan ve 1991 SSCB’nin dağılmasıyla küreselleşme ve yeni dünya düzeni adı altında bir aynı projeler başladı.22 Çünkü küreselleşme sermayenin dünyada serbest dolaşımını sağlayabilmek amacıyla, bütün ekonomik engelleri ortadan kaldırarak, pazarları bütünleştirmek yoluyla küresel bir piyasa oluşturma süreci şeklinde tanımlanabilir. ABD önderliğinde Dünya Bankası, IMF, GATT gibi kurumlar, dünya ekonomisini bir bütün olarak düzenlemek amacıyla örgütlenmiş olan küresel kurumlardır. Bugün dünya Sovyet’lerin dağılmasından (1991) sonra, ABD’nin küresel bir hegemonya kurmak girişimlerine sahne olmaktadır. ABD petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarının ve enerji yollarının kontrolünü ele geçirmek, Rusya ve Çin’e yakın olmak amacıyla, Ortadoğu’yu denetleyebileceği politikaları bölgede uygulamak istemektedir. Esas hedefi ise, Avrasya ve Ortadoğu’da egemenlik, emperyal gücün tüm unsurları ile dünyada oligarşik bir hegemonya kurmaktır.23 Rusya ise Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından kurucu unsur olarak kendi içine çekilmiş, toparlanmış ve “Neo-Avrasyacılık” olarak politikalarını oluşturmaya başlamıştır. Avrasyacılık, Avrupa’da Arnold Toynbee ve Oswald Spengler’in medeniyetçi tarih felsefesiyle dönemsel olarak çakıştığı ve çeşitli ortak noktalar taşıdığı bilinmektedir. 1930’lardan sonra etkisini yitiren Avrasyacılık akımı, Rusya’nın siyasi ve ekonomik toparlanmasının teorik arkaplanını oluşturmakta, Alekandr Dugin’in görüşleri çerçevesinde şekillenmektedir. Günümüzde Rus dış politikasının 2000’lerin ilk on yılının ardından izlediği dış politikanın ideolojik altyapısı olduğu dahi söylenebilir.24 Büyük Britanya 18.yy başlarında Hint yarımadasını tamamına hâkim oldu. 1882 de Mısır, 1889 da Sudan’ın zapt ettiler. Yüzyılın sonunda Doğu Hint Adalarının tamamını Hollandalılar ele geçirdi. Fransa 1835 yılında Cezayir, 1881 de Tunus, 1912 yılında Fası ele geçirdi. Ruslar Orta Asya’ya doğru genişlediler. İtalya 1912 Libya’yı işgal etti. I. Dünya savaşı sonrası İngiliz ve Fransız ikilisi Osmanlı ülkesinin Arap eyaletlerine sahip oldular.25 Tabii bu fiili sömürgenin fikrî açıdan sağlamlaştırılması için şarkiyat/oryantalizm devreye girdi, bütün bölgelerde eş zamanlı olarak okullar açıldı. Çünkü Hindistan’da Muhammedi tarikatı, Cezayir de Abdülkadir hareketi, Sudanda Mehdi hareketi Libya da Senusi hareketi bu sömürgeciliğe karşı cihat kavramı etrafında direnişler sergilediler. 26 Bu kavramın dönüştürülmesi, Batıya olan fikrî bağımlılıkla mümkün olacaktı. Bu noktada aslında sömürülenin kendisini terk edilmiş ve ihanete uğramış hissetmesinin de bir anlamı kalmıyor, çünkü neticede sömürgeci isyanlar, bağımsızlık için yeni arayışlar olamadı; ancak bağımlılığın yeni kümeleri için çabalar oldular, bunlarda kısa sürede bastırıldı.27 Bu nedenle fiilen bağımsızlıklar tanındı ama aslında fikren ve siyaseten Batı’nın çıkarlarını daima koruyan kabile devletleri işbaşına getirildi. Bu çerçevede günümüzde Arap Baharı adıyla başlayan yeni Ortadoğu düzenlemelerini bölgeyi sürekli bir gerilim ve çatışma içinde tutarak yeni pasta paylaşımı şeklinde okumak daha tutarlıdır. Bu anlamda sömürgecilik sadece biçim değiştirmiş olarak hükümranlığını devam ettirmektedir.28 Velhasıl Doğu ve Batı ayrımının geçen yüzyılda yapılan Orta Doğu, Yakın Doğu, Uzak Doğu ve Orta Asya gibi çoğunluğunda sebep (din) bazılarında hem sebep hem de nesep (ırk) bağımız olan kardeş ülkelerin (enerji üretim ya da enerji arz merkezi olduğu halde) halkı gittikçe yoksullaşıyor. Bir de sorunun ulusal boyutu var ki, Türkiye enerji arz merkezinin odağı olarak bölgesel sorunlarla uğraşırken 15 Temmuz 2016 tarihli terörist saldırıyla gerçekleştirilmek istenen bir darbe teşebbüsü yaşadı. İster harici zihniyetli uluslararası İşid, Taliban, el-Kaide, Boko Haram gibi, isterse Batınî/ezoterik (Feto) gibi ulusal yapılanmalar dinî kavramları merkeze aldıkları ve hedeflerinde doğrudan mücadele verdikleri ülkenin halkı olduğu için medeniyet içi çatışma gittikçe sertleşmektedir.29 Bunlarla kültürel mücadele dinî kavramların yeniden temellendirilmesi ve yeni bir din diliyle mümkün olacak gözükmektedir. Çünkü “Tarih her nesilde yeniden yazılmak zorundadır. Her ne kadar geçmiş değişmezse de güncel durum değişir: Her nesil geçmiş hakkında yeni sorular sorar ve kendinden önce gelenlerin deneyimlerini yeniden yaşarken yeni duygudaşlık alanları bulur. “ Bu açıdan tarih, olayların bir anlatısı olmanın ötesinde olup, tarihçi görevi ne olup bittiğini açıklamaktır. Tarihsel anlatı, olayların ana çizgileri, veridir. Tarihçiler düşüncelerle, yalnızca bunlar toplumu etkiledikleri için değil, ama o düşüncelere yol açan toplumu açıkladıkları için de ilgilenirler. Kanıtlar üzerinde yapılacak ayrıntılı hiçbir çalışma, anlatının olgusal temellerini değiştirmeyecektir. Ancak yorum bizim tutumumuza, bugünkü hayatımıza göre değişecektir.” 30 Doğu-Batı Ayrımı ve Cemil Meriç Bu bağlamda hayatını Türk irfanını adayan, araştıran, sorgulayan, merak eden (mütecesssis) münzevi yani kütüphanesine çekilen bir fikir işçisinin dediklerini güncellemek gerekir. O, fildişi kulesi diye isimlendirdiği kütüphanesine çekilerek ürettiği metinlerle, yazdığı kitaplarla, verdiği konferanslarla yanlışa evet demeyen, sürekli sorgulayan bir entelektüeldir. Bu münevverin dilinden ülkemizin geleceği olan gençlere bastığı toprağın bize ne dediğini konuşmak31 bizim de manevi olarak ülke dışından gelen tehlikeleri önlemek için canlarını ortaya koyan güvenlik birimlerimizin yanında olmamız demektir. Çünkü bölgede Doğu (Çin-İran), Batı (farklı kategorilerde olsa da sömürgecilik açısından aynı zihniyeti barındıran Rusya, ABD, İngiltere ve Avrupa Birliği Ülkeleri) birikimi çarpışıyor ve Cemil Meriç bunların hepsiyle yüzleşmiş bir aydınımız. Batı’nın sosyalist ve kapitalist zihniyetinin temellerini iyi bilen; özellikle Balzac’ı, Saint Simon’u ilk sosyologlardan biri olarak inceleyendir. Bunlara ilaveten Rousseau’dan Nietzsche’ye, Hegel ve takipçilerine dair bir okuma yapar, Endülüs/Batı İslâm coğrafyasından İbn Haldun’u çok önemser. 32 bundan kastımız Cemil Meriç’in Doğu ve Batı ayrımının kategorik olduğunu gösteren nadir münevverlerimizdendir. Batının sosyalist ve anti sosyalist geleneğini inceledikten sonra Asya geleneğini sömürgeci dilin tabiriyle Uzak Doğu’yue özellikle Hint edebiyatını analiz eder, çünkü bütün inançlara söz hakkı tanır. Buraya da Avrupalı Romain Rolland ile ulaşır, bu husus önemli tarihte başka Avrupaların da olduğu görüyor, orayı da bir kaçış bir arayış olarak değerlendiriyor. Ve nihayetinde İslâm dünyasının verilerini “Türk İrfanı” bağlamında okuyarak ve “Bu Ülke”nin fikrî temellerine önemli katkı yapar, Cemil Meriç. O, bu noktada “Türkiye’deki kavga Hilâl ile Salip-Haç’ın kavgasıdır. Olympos dağının çocukları, Hıra dağının/mağarasının evlatlarını asla kabullenemeyecektir” der. 33 Bu noktada Asya ve Avrupa hesaplaşmasını yapan ve 150 yıllık gölgeler aleminde yaşayan insanından kopan aydının trajedisini izleyen Cemil Meriç’in ifadesiyle söyleyecek olursak, yaşadığı dönemin şuuru olan entelektül, tarihe ve içinde yaşadığı topluma angajedir. Bu önemli çünkü tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuurunun oluşması için gereklidir. Bu bilinçliliği oluşturan aydın, bütün hakikatleri yoklar, yalanların maskesini yırtar, kalabalığa doğruyu göstermeyi ödev bilir. O bir entelektüeldir artık. 34 Doğu-Batı Ayrımı, Sömürgecilik ve Sosyoloji İlişkisi Meriç, Doğu-Batı ayrımını zihinlere yerleştirerek yaralı haldeki bilinçleri yarılmış şekle getiren temel disiplin olarak Sosyoloji görür. Sosyoloji, buhranların çocuğu olarak niteler ve Comte’yi ihtilalin ölüme mahkum ettiği Katolikliği, insanlığı dini ismi altında hortlatan bir yarı deli olarak görür. Le Play ise sürüyü şer kuvvetlerine yani sosyalizme kaptırmak istemeyen kiliseyi temsil eder. Durkheim, sarsılan düzeni rasyonalizm rayına oturtmaya çalışan bir halam torunudur, ortak vasıfları kötü bir nasır/Hristiyan olmaktır, der. Ortak davaları, Hıristiyan Batı toplumunu istikrara kavuşturmaktır. Nitekim Fransa 1958 yılına kadar liselerle almıyor bu dersi, bizde 1914 beri kürsüsü var. Yeni etnolojinin üç unsuru 2. Meşrutiyetin en itibarda olan kahinleri olarak ortaya çıkarlar. Meriç’e göre bu sahte ilim tek işe yaramıştır, o da nesillerin uyanmasını önlemektir. II. Dünya savaşından sonra yeni putlar Truman, Marshal Planı ve Amerikan sosyolojisi diye çıktı. Bilimsel sosyolojinin ilk amacı Amerikan iş çevrelerinin mutlak hükümranlığını sağlamak, yani sömürgeciliğin akademi dilidir. Bu disiplinin ilk keşiflerinden birisi sosyodrama, temelinde Amerikan toplumu mümkün dünyaların en iyisi ama işletmelerde ufak tefek aksaklıklar görülebilir, diyerek ortam hazırlanır. 35 Aliya İzetbegoviç: Doğu ve Batı Arasında İslâm Çağımızın bilgi yöneticilerinden ve dindar filozof örneği Aliya İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm adlı eserinde İbrahimi dinler sayesinde insan tarihîn merkezi olmuştur, iç ve dış hayatını, sınırlarını öğrenmiştir. Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed insani olan her şeyin teşekkül ettiği ezeli üç meyli somutlaştırmaktadır.36 Musevilik “sol temayülü” yani dünyevi cennet perspektifini vaat eder. “İnsanlığın ilmî esas üzerine Rönesans’ını vaat eden farmason düşünce de pozitivist ve Yahudi’dir” diyen Aliya’ya göre Yahudi materyalizmi insan şuurunu dünyaya yöneltirken Hıristiyanlık insan ruhunu kendi kendine doğru yöneltmiştir. Böylece Ahd-i Kadim’in aşırı gerçekliğinin hakkından Ahd-i Cedid’in aşırı idealizmi ile gelinebilmiştir. Bu ikisinin birleştirilmesi Hz. Muhammed ile olmuştur.37 Çünkü İncil ve Kur’an Ahd-i Kadim’in tersine “manevi cemaat ilkesini” ilan ediyorlar.38 Bu noktada Aliya, Avrupa’da Marksist öğretiyi Katolik ve Ortodoks Hristiyanlığın manen dışarı attığı Ahd-i Kadim’deki Yahudi unsurunun bir yedeği veya telafisi olarak görür. Bu açıdan bakıldığında Protestanlık İslâm’a Katolik’ten daha yakındır, der. Çünkü Kur’an her türlü haksızlık ve hukuksuzluk ve kötülüğe (şerr) karşı mücadele ve zulme direnişi, doğrudan aktif mücadeleyi emreder. Çünkü İslâmiyet’te hukuk ve teoloji ayrılmaz ve bunlardan söz edildiği zaman bir nevi kişisel birlik mevcuttur. Dolasıyla hukuk bir açıdan İslâmiyet’in tabii eseri olarak ortaya çıkar. 39 Bu anlamda insanlar doğuştan eşittirler, veda hutbesinde tarağın dişleri gibi olduklarını kimsenin kimseye üstünlüğü olmadığının vurgulaması bu bağlamda önemlidir. Rabbin lütuflarından aynı ölçüde faydalanacaklardır, bu hukukî ve müspet bir eşitliktir. Sıradan bir insan ile yöneticiyi eşit kılan bir hüviyet verilir. Dolayısıyla burada hürriyet de felsefi olmaktan ziyade hukukî bir kavram olarak ortaya çıkar, bütün fertler arasında tam bir hak eşitliğidir. Bu anlamda İslâmiyet bir kanun ve nizam hakimiyeti (nomokrasi)dir. 40 Bu durumda Batı’dan ne kast ediliyor, bunu incelemek gerekir. Çünkü Avrupa temel tasavvurlarını Ortaçağın kaba okulunda şekillendirdiği için dindar olsun olmasın Avrupa daima Hristiyanlığın kategorileri içinde düşünür. Ruh veya dünya Tanrı meleketu veya dünyevi hâkimiyet ikilemini sürdürdüğü için her durumda ilmî ya da dinî radikal ve uzlaşmasız bir şekilde reddeder, dolayısıyla hem dinîn hem ateizmin radikal ve tekelci bir mahiyeti vardır. Bu anlamda İngiltere dikkate alınmazsa Avrupa’nın Kilise ve Devlet devri diye iki bölümde incelenebilir. Bizim de Fransa merkezli bakış açısından etkilendiğimizi düşünmek bu bağlamda günümüzün sorunlarına çözüm önerileri üretme açısından katkı sağlayabilir. Ama bu Batı dediğimiz bölgenin Kıta Avrupa’sında geçerlidir. İngiltere Anglosakson dünyası doğrudan Ortaçağ Hristiyanlığının tesiri altında kalmadığı gözden kaçırılmamalıdır. 41 Aliya’nın temel tezini aldığı Oswald Spengler, Batının Çöküşü42 kitabında tarihîn bize sunulduğu gibi “Antik Çağ”, “Orta Çağ” ve “Modern Çağ” diye sunumunu anlamsız bularak, “her kültürün bir matematiği” olduğunu savunur. O, uygarlık değişimi kuramını ve “tarihsel kültürel tipleri” fikrîni Nikolay Danilevski’nin “Rusya ve Avrupa” isimli eserinden almıştır. Oswald Spengler’in yanısıra Arnold Toynbee gibi XX. yüzyılda Batıda meydana çıkan medeniyet teorisyenlerinin selefi de Danilevski’dir. Nitekim Pitirim Aleksandroviç Sorokin (1889), Modern Tarihsel ve Toplumsal Felsefeler adlı eserinde Danilevski ve eserini “tarih felsefesi ve kültürel sosyoloji üzerine parlak bir deneme” olduğunu belirtir. Onun insan topluluklarını kültürel tarihî tiplere, diğer bir ifade ile özgün medeniyetlere ayırma teorisi oldukça etkili olmuştur.43 Aliya’ya geçmeden, onun gibi Doğu ve Batı ayrımının izafi terimler olduğunu, insanlığın birikimini üst bir perspektiften okuyan A. Toynbee ve Spengler’i etkileyen Danilevski’yi iyi okuyan Cemil Meriç’in onlardan hareketle medeniyetlerin oluşumunda metafizik güç veya ruhun öneminden bahsetmesi üzerinde biraz duralım. Çünkü Rus iktisatçı, etnolog, filozof, tarihçi ve Pan-Slavism ve Slavophile44 hareketinin ideoloğu, bu anlamda Rus Jeo-politik tasarımını oluşturmada önemli rol oynayan ve dünya tarihini tıpkı İbn Haldun gibi dairesel bir görünümünü açıklayan Nikolay Yakovlevich Danilevsky’den hareketle Tyonbee de, Spengler gibi benzer yöntemlerle benzer sonuçlara varır. Çünkü Danilevski’ “kültürel tarihsel tip” tanımlamasından hareketle tarihi birbirinden farklı uygarlıkların bütünü olarak incelemiştir. Onun “kültürel tarihî tipler”den kastı, dil bağı nedeniyle sıkı ilişki içinde olan ırk, ya da milletler ailesidir. Bu bağlamda birbirinden farklı on tip (Mısır, Çin, Eski Semit yani Asur-Babil-Finike, Hint, İran, Yahudi, Grek, Roma, Yeni Semit (Arap), Roma-Germen yani Avrupa) olduğunu, bunların biyolojik bir modele dayanan farklı kültürel ve tarihi türler olduğunu, doğup büyüyüp öldüğünü belirtir. Sıkı bir ilişki içinde olan ırk ya da milletler ailesinin bağın dil olduğunu söyler. Ona göre de her medeniyet kendine özgüdür, kendi insanının özelliklerini taşır. Bu yüzden medeniyetler arası aktarım, olanaksızdır. Başka bir tarih ve kültür benzerliğine dayanan tipi taklit eden bir medeniyet, şahsiyetini kaybeder. Belli bir tarih kültür tipinden bir medeniyetin temel ilkeleri, bir başka tarih kültür tipinin halklarına aktarılamaz. Dolasıyla Islavların Batı Avrupa’nın Latin-Cermen tipinden her alanda ayrıldığını söyler. Ona göre, kültürün, dini, manevi, siyasi ve sosyo-ekonomik öğeleri ancak İslav kültürü içinde, uyumlu yaşayabilirler. Egemen, ama çürümekte olan Batı uygarlığı, yerini kısa zamanda İslav uygarlığına bırakacaktır. 45 Avrupalının siyasi ve ilmi narsisizmine savaş açan ilk yazar olan Danilevsky (1822-1885) Fransız filozof Francois Fourier'in öğretilerinden etkilenmiştir. Meriç’e göre, Rusya ve Avrupa: Slav dünyasının Alman-Romanesk ile kültürel ve politik ilişkilerine bir bakış" adlı eserini1869-1871 yılları arasında önce Zarya dergisinde yayımladı. I. Dünya savaşı sonrasında bir çok toplumsal felsefeler bu kitaptaki fikirleri genişletmiş veya geliştirmiştir. Danilevski’nin fikirleri Spengler’e Batı’nın Çöküşü (19789 adlı eseriyle büyük ün sağlayan bir alt yapı oluşturur. Çünkü O, Batlamyus sisteminin yerine Kopernikvari bir sistem geliştirir. Bir değil bir çok kültürler vardır dünyada fikri ondan mülhemdir. Değerce birbirine eşit kültürler olup, her büyük kültür tektir ve her alanda kendi dilini konuşur, der. Başka kültürlerin anlamayacağı bir dil olamaz. Nitekim bütün büyük kültürlerin aynı şekilde kabul ettiği aynı tarzda anladığı, aynı yönde yorumladığı hiçbir inanç veya değer yoktur. Bu anlamda “Cihanşümul bir felsefeden söz edilemez” demesi önemlidir. Spengler’e göre kültürlerin birbirleri ile ilgisi yoktur. Bu noktada yazar, İbn Haldun’u yanlış anlamış gibi der Cemil Meriç. 46 Avrupa coğrafi bir kavram değil, tarihi ve kültürel bir bütünü, Cermen-roma medeniyetinin alanı olduğunu söyleyendir. Bu anlamda Avrupa Medeniyeti evrensel beşer medeniyeti olmayıp bir çok medeniyetlerden bir tanesidir fikri, Toynbee’de tek bir medeniyet yok, bu anlamda terakki bir ütopyadır, 21 Medeniyet var, bunlardan sadece beşi yaşamaktadır. Bunlar; Uzak Doğu, Hint, Ortodoks Hristiyanlık, İslam ve Batı Medeniyetleridir.. Her medeniyetin belli bir kaderi, büyük çizgilerle tekerrür eder. Değişmeyen insanı mizacıdır, manevi yapıdır. 47 Çünkü Cromwell ile Birleşik İngiliz devletinin, İngiliz Kilisesinin tarihî ve İngiliz imparatorluğunu hakimiyeti tesis edilmiştir. Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı (United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland) temelleri onun zamanında atılmıştır denilebilir. Tam bu noktada Avrupa tarihî açısından son derece önemli olan hatta Fransız ihtilalinden çok daha önceleri gerçekleşen 1640 yılında başlayan İngiliz devriminden bahsetmek gerekir. Çünkü 1640-1660 lngiliz Devrimi feodal eski düzeni koruyan devlet iktidarı şiddet yoluyla alaşağı edilmiş, iktidar yeni bir sınıfın eline geçmiştir. I. Charles'ın istibdadı dönemin kilise ve feodalleri (muhafazakâr toprak sahipleri) savundu ama başarılı olamadılar. Bu noktada din ve devlet ilişkisinin o dönemdeki boyutunu hatırlamakta fayda var. I Charles “Din her türlü iktidarın yegâne güçlü temelidir” derken, “Kilise ve devlet birbirini karşılıklı olarak destekler ve birbirine yardım eder” ifadesi ise Piskopos Goodman’a aitti. “Devlet onlara [ruhban] para öder ve böylelikle onlar da devlete bağımlı olurlar” diye daha kabaca koyuyordu meseleyi Hugh Peter. Bir devlet kilisesinin görevi, insanları yalnızca cennete yönlendirmek değildi; onlan burada, dünyada da itaat altında tutmaktı. Farklı demekler, farklı kiliseler: Ama bir devlet kilisesinin hiç olmamasını istemek gelenekçilere her türlü iyi düzenin inkârı olarak görünüyordu.”48 Buna rağmen Parlamento, kent ve köylerde ticaret · ve sanayi ile uğraşan coşkun desteğine, küçük toprak sahiplerine ve ilerici eşrafa ve özgür tartışma yoluyla mücadelenin gerçek anlamını anlayabildikleri ölçüde nüfusun daha geniş kesimlerine seslenebildiği için kralı yendi.49 İngiltere'nin yönetim biçimini krallıktan cumhuriyete ve parlamenter sisteme çeviren Cromwell 1653'ten ölünceye kadar Devlet Koruyucu Lord unvanı ile ülkeyi tek başına idare etmiştir. Dönemin emperyalist gücü olan Hollanda ve İspanya’yı denizde yenerek İngiltere’nin önünü açmıştır. Bir nevi Protestan ülkeler birliği kurma idealinden bahsedilir. 1651 yılında imzaladığı Denizcilik yasası diye de bilinen deniz ulaştırma şartnamesi İngiltere’yi ticarette tekel haline getirdiği gibi Amerika’ya yönelik göçü de tetikleyerek ABD’nin kuruluşuna temel olmuştur. Görüldüğü üzere endüstri devriminden sonra İngiltere’nin büyük bir emperyal güç olmasının temelinde Cromwell’in politikaları yatmaktadır. Ölümünden 9 yıl sonra “Cromwel Cumhuriyeti”nden vazgeçilmiş ve monarşiye geri dönülmüştür. Uyguladığı politikalar monarşik parlamenter sistemine olan bağlılığı artırdı. Çünkü parlamenter cumhuriyet kısa bir süre içinde parlamenter oligarşiye dönüştü. Ona duyulan öfke o kadar büyüktü ki öldükten sonra bile devam etti, nihayetinde mezarından çıkartılıp asıldı. 50 Bunun temellerini anlamak içi İngiltere’nin Avrupa’da 1077 senesinde IV Heinrich’in Papa VI Gregor’un önünde boyun eğmesi olarak bilinen ilk Canossa’dan itibaren başlayan süreci ayrıntılı araştırmak gerekir.51 İngiltere Avrupa’da acımazca hüküm süren engizisyon etkilerinden kurtulması için I ve II. Canossa’yı incelemek gerekir. Çünkü Avrupa bunlardan oluşmuştur; oysa İngiltere ne Canossa ne de Engizisyonu tanır. Bu nedenle de İngiltere reformasyonu iki aşırılığını yani hükümdarın ve ne de papa’nın yetkisini tanır. Zaten Reformasyon diye adlandırılan 1536-1540 döneminde İngiliz manastırları ortadan kaldırılmış ve mülklerine el konmuştu. Bu, Katolik Kilisesi'nin iktidarına ve sömürüsüne karşı İngiltere'nin ulusal bağımsızlığını kurduğu mücadelenin bir parçasıydı ve dolayısıyla burjuvazi ve parlamento tarafından hararetle desteklenmişti.52 Üçüncü Yol Olarak “Orta Yol Temayülü” ve “Tarihî Uzlaşma” ve Sosyal Demokrasi Kıta Avrupa tarihîni ana hatlarıyla analiz eden Aliya’ya göre itidalli/orta yolun Katolik ülkelerde gerçekleşmesi oldukça zordur, İtalya, Fransa, İspanya ve Portekiz tam manasıyla kutuplaşmış toplumların örnekleriydiler, hala da öyle olmaya devam ediyorlar. Kamuoyu Hristiyan (sağcı ile Marksist (solcu) hareket ve partilere ayrılmış bulunmaktadır. Merkez ya gayet sınırlı ya da tamamen yok edilmiş vaziyettedir. Tarihîn en ünlü iki dogmatizmi yani Katolik ve komünist burada birbirleriyle karşılaşmış durumdadır, tabiatıyla galibi olmayan yıpratıcı bir karşılaşmadan yorulmuş vaziyette durmaktadırlar. Durum bu olunca iki dogmatizm içinde de bir iç çözülme meydana gelmesi doğaldır.53 İngiltere dinî (Anglikan) açıdan sağladığı ikiciliği, siyasî açıdan demokrasi ile monarşiyi bir arada durarak temin etmiş, bunun felsefi temellerini de oluşturmuştur. Aliya benzer durumun İslâmiyet’te olduğunu belirtir. Ona göre, İslâm yalnız dinî veya yalnız sosyal talebin bilinç bir tarzda reddi, iki kutuplu ilkenin bilinci bir tarzda kabul eder. Çağdaş toplumların gelişme eğilimleri aynı yönde olmamakla beraber aynı noktaya yani İslâm’ın pozisyonuna çok benzeyen bir orta duruma gitmektedir. 54 Batı’da Orta yol ise İngilizlerce bulunmuştur. İngiltere iki aşırılığı yani hükümdarın ve papanın üstünlüğünü bertaraf etmişti. Bu hususu Batı düşünce tarihînde IV. Heinrich –Papa VII. Gregor’un 1077 yılında I. Canossa diye bilinen ve II. Canossa’nın ayrıntılı incelemek gerekir. 55 Halbuki İngiltere seküler ve metafizik ilkelerin bir karışımı olan özünde pragmatik bir felsefeyi barındıran bir yapıyı VIII. Henry’nin resmî mezhep Anglikanizm kurması ile papalığın otoritesi reddedilmesi, 1563 yılında Kraliçe I. Elizabeth tarafından yayınlanan bir ferman ile kilise, kral ve kraliçe tarafından temsil edilmesi, ibadet dili Latince yerine İngilizce olarak kullanılmasıyla oluşturmuştur. Nitekim Aliya bu hususu “ Kitabı mukaddesin ilk tercümesinin önsözünde “Anglikan kilisesinin hikmeti, resmi ayin törenleri iki aşırılık arasında orta yolu tutmasıdır” açıklar. Dolayısıyla bu yol, İngilizlerin ikici tabiatı olmuştur. Felsefi olarak da bunun temellendirmesini İbn Sina’dan oldukça etkilenen ve Aristoteles’ten sonra en büyük filozof olarak gören Roger Bacon yapar. İngiliz düşünme tarzının bu ikiciliğinden kasıt, ilki mistik aydınlanmaya ve dine götüren iç tecrübe, ikincisi hakiki ilme yani deneysel bilimlere vardıran gözlemdir. Önemli olan düalist bir yapıda ama birini diğerine indirgemeyip, denge içinde tutulmasıdır. Aliya’ya göre, İngiliz zihniyetinin hakiki ifadesi budur.56 Bunun önemi kıta Avrupa’sında bir ampirist ateist olurken, İngiltere’de bunun teorisyeni olan John Locke, Tanrı kavramını ahlak nazariyesinin merkezi noktası yapabilmesinde yatar. O, Ahlak ilkesinin tesisi için uhrevi yaptırımın ehemmiyetini bir ruhaninin gayretiyle savunmuştur. Bu hususu siyasete aktararak demokrasiyi icat etmiştir. Bu açıdan demokrasi tarihî bir anlamda İngiltere tarihîdir. Tarih felsefesi açısından Batı’nın tarihî İngiltere’nin ve genel olarak Anglo-Amerikan zihniyetinin sahneye çıkması, Şark tarihînde İslâmiyet’in ortaya çıkışına tekabül etmektedir. Spengler bunu Hz. Muhammed ve Coromwell paralelliği ile açıklamaktadır. Coromwell ile birleşik İngiliz kilise ve devletinin tarihî ve İngiliz imparatorluğu; Hz. Muhammed ile birleşik İslâm dinî ve devleti kurulmuş, İslâm’ın dünya hâkimiyeti başlamıştır. Aliya’ya göre, İslâmi ve Anglosakson zihniyetleri için bu doğaldır, Kıta Avrupası zihniyeti içinse böyle bir şey mümkün değildir. 57 Hz. Muhammed’in Dini ve Siyasi Islahatcı Liderliği İnsanlık tarihiyle eş zamanlı olan din duygusu, toplumların hayatında önemli yer işgal ettiği ve kültürün oluşturulmasında önemli unsurlardan olduğu malumdur. Günümüzde Durheim sosyolojisinin 19.yy itibaren ileri sürdüğü bu tez genel kabul görmeye devam ediyor. Alman düşünürü Karl Marx, eEkonominin toplumlarda alt yapıyı teşkil eden temel faktör olduğunu, din başta olmak üzere üst yapıyı oluşturan bütün kurumların onun tarafından belirlendiğini söyleyerek tartışmanın alanını genişletmiştir. Yine bir Alman alimi Marx Weber, dinin toplumsal yapının kültürün ve özellikle ekonominin belirleyicisi olduğunu söylediğini de hatırlarsak, her iki görüşün de aynı gerçeğin bir yanını açıkladığı görülür. 58 Almanların iki büyük savaştan yenilgiyle çıkmasının ardından kısa bir sürede yeniden dünya gücü olmasında Protestan Ahlakı önemli etkendi. Bu hususa dair Platon’un din tasavvuru, devlet kurumlarında öğretilmesi ve resmi ibadethanelerde devlet görevlileri tarafından halkın dini inanışlarını yerine getirmesinin gerekliliği vurguladığı da bilinen bir husustur. Malumu ilam bu hususları tekrar etmemizin gerekçesi, İslam Ekonomi-politik düşüncesinin teşekkül döneminde de durumun benzer olduğudur. Aslında Arap toplumunda Peygamberimizden önce Dar’ün-Nedve ve cahili dönemde özellikle ekonomi merkezli sorunları çözmek için aktif olan Hilfu’l-Fudul cemiyetine dahil olmasından hareketle Teşekkül döneminde Peygamberimizin tutumunu hatırlarsak, Ebu Zer’in Peygamberimizin vefatından sonraki mücadelesinin, günümüzde Nurettin Topçu’nun Anadolu Sosyalizmi, Kemal Tahir’in tasavvuru ve Ali Şeriati’nin İran’daki mücadelesinin teorik temeli de anlaşılır. Çünkü yukarıki satırlarda belirtildiği üzere Peygamberimiz, ilk önce sosyal reformlar yapmaya çalıştı. Sosyo- ekonomik açıdan zayıfı ve baskı altında kalan, fakirler, yetimler, kadınlar, kölelerin güçlendirilmesi için bu reformların yapılması siyasi iktidarı üstlenmeyi gerektiriyordu. Mekkeli tacirlerin ve hakim zümrenin buna karşı durması ve mevcut bozuk sisteme entegre etmesi için önemli tekliflerde bulunması, Ay ve Güneşi verseler hak yolumdan dönmem şeklinde bu teklifleri reddetmesi bu bağlamda okunabilir. Çünkü peygamberimizin ortaya koyduğu dini, siyasi ve iktisadi ıslahatlar diğer kavimlere göre, Haşim oğullarının iktidarını yeniden getirebilirdi. Peygamberin Kureyş Kabilesinin Ben-i Haşim kolundan geldiğini, atası Kusay ve Daru’n-Nedve uygulaması bu bağlamda diğer kabileleri tedirgin etmişti. Bunun için dini/siyasi lider yerine, Mekke şehir meclisinde etkili bir konum teklif ettiler. Mekkenin aristokrat ve zenginleri fakir ve zayıf takipçilerini ötekileştirmesi durumunda teklif ettiği iman şartını da kabul edeceğini belirtmesi, durumun ekonomi-politik olduğunu gösterir. Nitekim 622 yılında Mekke’den Medine’ye geçince, dini ve siyasi lider olarak fakirlerin durumunu düzeltmek, onları kronik borç yükünden kurtarmak, savunma gücünü ve diğer sosyal hizmetleri geliştirmek için ZEKAT mükellefiyeti getirilmesi ıslahatların ekonomi-politik boyutunun etkisini gösterir. Üstelik dezavantajlı grupların en başında gelen kadınların miras hakları tanzim edilerek, evlilik ve boşanmayı düzenlemek gibi sosyal reformları uyguladı. Bunların sonucunda 630 yılında Mekke’ye döndüğünde direnişsiz teslimiyet karşıladı onu. Arap kabilelerini temsilen gelen heyetler akın akın geldi. Nitekim 632 yılında vefat ettiğinde tüm Arap yarımadasının fiili ve etkin peygamber-yöneticisiydi. Görüldüğü üzere Hz. Muhammed’in (sav) yöneticiliği peygamberlik görevinin ifa ediş biçimiydi. 59 Sözün özü, Hz. Muhammed’in şahsında devlet, İslam’ın ahlaki ve manevi değerlerinin bir yansıması olarak ortaya çıkmıştır. Bunun temel özelliği ise şeffaf olmasıdır. Ona itibar edildiğinde kendiliğinden kaybolan şeffaf bir araçtır, yani devlet, dinin bir “uzantısı” değildir. Oysa Emeviler ile birlikte Peygamberimizin Veda Hutbesinde bütün insanlığa insan hak ve özgürlükleri bağlamında örnek olacak temel ilkeleri (insan sevgisi, eşitlik, sosyal adalet, iktisadi adalet, doğruluk ve dayanışma) son kez haykırmasına60 rağmen kısa sürede Emeviler, bunları ters yüz etmiş ve devletteki şeffaflığı kaldırmış, devleti dinin bir “uzantısı” haline dönüştürmüştür. Bunların yüzyıllık hükümranlığındaki eksen kayması Abbasiler tarafından da devam ettirilmiştir. Bu nedenle Emevileri merkeze alıp, sanki Abbasilerin statokuyu pekiştirip yüzyıllarca devam ettirdikerini gözden kaçırmanın tutarlılığı yoktur. Yukarıda bahsettiğimiz üzere Müslüman filozoflar Hakikatin bir olduğunu, farklı zaman ve mekânlardaki tezahürlerine dair kim ne getirirse ona şükran duyulacağını belirterek Doğu ve Batı ayrımının kategorik olduğuna işaret eder. Farabî ve İbn Sina ile Doğu ve Felsefesinin (Hikmetü’l-Meşrikiyye) teşekkülü Batı’da yani Endülüste yetişmiş İbn Bacce, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd ile zirveye ulaşması bunu gösterir. Aynı zamanda felsefe ve din uyumunun nasıl sağlandığını, İslâm Felsefesinin tikel değerlerini tümelleştirerek/evrenselleştirerek bir dünya felsefesi haline geldiğinin de göstergesidir. Burada İslâm terimi felsefe teriminin sıfatı olup öncelikle Müslüman âlimlerin varlık, bilgi ve değer üzerine sistematik okumalarına delalet ettiğine dikkat etmemiz gerekir. Öncelikle diyorum çünkü ilahi mesajın son versiyonunu farklı dil, kültür, gelenek ve dinî yapılara mensup olan âlimlerin ürettiği de bu anlamda İslâm felsefesine dâhildir.61 Bu açıdan Aliya günümüzde Orta Yol Temayülü” ve “Tarihî Uzlaşma” ile sosyal demokrasinin Katolik ülkelerde gerçekleşme ihtimalini zor görür. “İtalya, Fransa, İspanya ve Portekiz tam manasıyla kutuplaşmış toplumların örnekleriydiler yahut hala da böyledir” diye bilge yöneticiye göre kamuoyu Hristiyan (sağcı) ile Marksist (solcu) hareket ve partilere ayrılmış bulunmaktadır. “Merkez ya gayet sınırlı ya da tamamen yok edilmiş vaziyettedir. Tarihîn en ünlü iki dogmatizmi yani Katolik ve komünist burada birbirleriyle karşılaşmış durumdadır, tabiatıyla galibi olmayan yıpratıcı bir zıtlaşma ve çatışmadan (konfrontasyondan) karşılaşmadan yorulmuş vaziyette durmaktadırlar. Bu iki dogmatizm içinde de bir iç çözülme meydana gelmektedir. Çağdaş toplumların gelişme eğilimleri aynı yönde olmamakla beraber aynı noktaya yani İslâm’ın pozisyonuna çok benzeyen bir orta duruma gitmektedir. İslâm yalnız dinî veya yalnız sosyal talebi bilinç bir tarzda reddederek, iki kutuplu ilkenin bilinçli bir tarzda kabulünü benimser. 62 Batı’da ise Orta yolu ve tarihî uzlaşmayı sosyal demokrasi de temin ederek bunu İngiltere başarmıştır. Çünkü Avrupa temel tasavvurlarını Ortaçağın kaba okulunda şekillendirdiği için dindar olsun olmasın Kıta Avrupası daima Hristiyanlığın kategorileri içinde düşünür. Ruh veya dünya Tanrı meleketu veya dünyevi hakimiyet ikilemi hem olduğu için her durumda ilim ya da din radikal ve uzlaşmasız bir şekilde reddidilir, dolayısıyla hem dinîn bilimselliği öncelediklerini söyleyenlerin (ateizmin) radikal ve tekelci bir mahiyeti vardır. Oysa İngiltere yani Anglosakson dünyası doğrudan Ortaçağ Hristiyanlığının tesiri altında kalmamıştır. Bu anlamda İngiltere dikkate alınmazsa Avrupa’nın Kilise ve devlet devri diye iki bölümde incelenebilir. Orta yol ise İngilizlerce bulunmuştur. İngiltere devri, seküler ve metafizik ilklerin bir karışımı olan demokrasiyi icat ederek, orta yol temayülünü üçüncü yol olarak genelleştirmiştir. Bu açıdan demokrasi tarihî bir anlamda İngiltere tarihîdir. Aliya’ya göre tarih felsefesi açısından Batı’nın tarihî İngiltere’nin ve genel olarak Anglo-Amerikan zihniyetinin sahneye çıkması, Doğu tarihînde İslâm’ın zuhuruna tekabül etmektedir. 0, yüzyılın önemli Alman tarih felsefecisi Oswald Spengler (1880-1936) Batı’nın Çöküşü adlı eserinin “Arap Kültürünün Meseleleri: Pisagor, Muhammed, Cromwell” bölümünden hareketle63 yapar. Bunu Hz. Muhammed ve Cromwell paralelliği ile açıklar. Oysa 1648’le 1657 yıllan arasında Birostöllü baptis Ralph Josselin, Oliver Cromwell’in Türkleri ve Papa’yı fethedeceğini ileri süren, binyılcı risaleler okuyordu. 64 Bu noktada önce Spengler ardından Oliver Cromwell (1599-1658) hakkında biraz bilgi vermek gerekir çünkü onun yaptıklarıyla Hz. Muhamed’in dinî, siyasî ve iktisadî açıdan yeni bir dünya devleti kurması arasında paralellik görmek yerine belki Muaviye ile mukayeseli analizi yapılabilir. Bu açıdan benzerlikler olabilir ama bu mukayese analoji üzerinden yapılabilir, İslâm ticaret yolları üzerindeki Arap aleminin dünyanın küresel sisteme entegrasyonu için çalışmalar yapma üzerinden kıyas yapmak tutarlı gözükmüyor.65 Batı kültürü merkezli bir tarih anlayışını eleştiren Spengler’e göre insanlık kavramı boş bir sözden ibarettir. Her kültürün büyüyen, olgunlaşan ve çürüyen bir yapısı vardır. Bu anlamda dünyada tek bir kültür değil, birçok kültürün olduğu bir gerçektir. Bu nedenle tarihîn tek bir merkezinden söz etmek anlamsız olur. Spengler’e göre, her kültür kendi medeniyetine sahiptir. Medeniyet, kültürün önlenemez kaderidir. döngüselci bir tarih felsefesini savunan Spengler, tarihî doğrusal bir çizgi şeklinde “eski, orta ve yeni” olarak dönemlere ayıran ilerlemeci tarih anlayışlarını eleştirir. Spengler’a göre toplumların refahını ve gücünü artıran ey, onların ekonomik ilişkilerini şekillendiren yapısal özellikler değil, yüksek kültür ve medeniyet yaratmayı mümkün kılan, onları harekete geçiren metafizik güçtür. Bu güç, milletlerin sahip olduğu “ruh”tur. 66 İşte tam bu noktada Spengler’in Aliya ve etkisi ortaya çıkıyor. Çünkü ona göre "halk bir ruh birimi"dir. Tarihîn büyük olaylarının aslında halklar tarafından oluşturulmadığını, ortaya çıkan her yeni hareket, yapanın ruhunu değiştirttiğini, "biz"in içten yaşanan tecrübesinin ne kadar derin olursa, halkın hayat duygusunun da o kadar güçlü olacağını belirtmesi tarih yapan kahramanlar fikrîne açıklık getirebilir. Zira Spengler’e göre din yaşanarak tecrübe edilen bir metafiziktir, Pisagoryenler ve Hz. Muhammed' in bazı takipçileri özellikle daha sonra kurumsallaşan tasavvufi öğretiyi benimseyenler bunu duyularıyla değil, asıl bir kavram olarak tecrübe ettiklerini belirtirler. Buradan hareketle Spengler “tecrübe, inananın etrafındaki dünyanın sırlarını açığa vurmak veya saklamak istemesine göre iki tarza ayırır. Bunlar, teori ve teknik veya dinî tabirle efsane ve mezheptir. Teorisyen eleştirici kâhin, teknisyen rahip, kaşif ise peygamberdir.”67 Aliya’nın Paralel Okumasının Gerekçesi Aliya, İslâm ve Anglosakson zihniyetleri kendi modelleri içinde din, devlet ve dünya hakimiyeti ideallerini gerçekleştirdiğini, Kıta Avrupası zihniyeti içinse böyle bir şey mümkün olmadığını belirtir.68 Aliya’nın Spengler’den hareketle de olsa parlamento içinden çıkıp monarşiyi yıkıp yerine cumhuriyeti kurarken bir diktatöre dönüşen Cromwell ile İngiltere’nin dünya hâkimiyetini sağlamasıyla Hz. Muhammed ile İslâm dinî, İslâm Devleti, İslâm’ın dünya hakimiyeti başlamasını eş zamanlı olmasının dışında mukayese imkanı olmadığını düşünüyorum. Çünkü O, 1630 yılında yaşadığı psikolojik travmadan sonra püritenlerin din ve ahlak anlayışını tamamen benimsedi ve savunucusu olduğunu da unutmamak gerekmektedir. O kadar ki "Tanrı’nın benim için bir görev vermesini bekliyordum bu gerçekleşti" demiştir. Bu noktada İngiliz Whigsci tarih yazımının önde gelenlerinden olan Carlyle’nin Fransız Devrimi adlı eserinin girişine Goethe’nin koyduğu şiirini ve tarih yapanların büyük adamlar/kahramanlar olduğunu, bu çerçevede Hz. Muhammed ile Cromwell’i incelemesinin etkisi olabilir mi? Bunun cevabını ararken öncelikle Goethe’nin şirini verelim: “Bu ulusa örs ve hükümdara çekiç karşılaştırdım; Aşağıda halk, ortada kavisli olan bir metal levha gibidir. Metale vay! Rastgele darbeler metale keyfi olarak vurursa, Bitmiş ibrik asla ortaya çıkmaz.” Carlyle’ye göre, Goethe’nin şiirinde açıklandığı gibi, sadece demirci metal levhadan bir ibrik oluşturmak ancak büyük adam ya da kahramanların işidir. O , Thomas Carlyle, On Heroes, Hero-Worship, and the Heroic in History (London: Chapman & Hall, 1840) isimli eserinde altı örnek üzerinden gider. Bunlar, İlahi olarak kahraman: Odin, paganizm, ve İskandav mitolojisi; Peygamber olarak kahraman: Hz Muhammad ve İslâm; Şair olarak kahraman: Dante ve Shakespeare; Rahip olarak kahraman: Luther ve Reformasyon, Knox ve Püritenlik; Edebiyatçı olarak kahraman: Johnson, Rousseau ve Burns ve Kral olarak kahraman: Cromwell, Napoleon’dur.69 Cromwell ve Hz. Muhammed karşılaştırmasını anlamak için Carlyle’ın Peygamberimizi inceleme sebeplerinden ilki olan daha önceki putperest toplumlarda bir gelişme olarak yarattığı dinîn ve toplumun şeklini görmesi olabilir. Çünkü bu ilerleme, İslâm’ın dünyadaki büyük başarısını açıklıyordu. Araplar çöl göçebeğinden büyük fethedicilere evrilmişti. Dolayısıyla Hz. Muhammed ilerleme yolunda önemli bir aşamayı temsil etmesinin yanısıra ikinci olarak whigsci öğretiye göre tarihîn mekaniğini açıklanmak istenmiştir. 70 Orta Yol’un Felsefi Temellendirilmesi Bu anlamda İngiltere 15 ve 16. Yy Avrupa’sı için reformcu, bugün muhafazakârdır. Bundan kast edilen İngiliz zihniyetinin muhafazasıdır. Bu en geniş anlamda orta pozisyon demektir. Nitekim Kitabı Mukaddes’in ilk tercümesinin önsözünde devlet tarafından kurulmuş olan tek kilise olan “Anglikan kilisesinin hikmeti, resmi ayin törenleri iki aşırılık arasında orta yolu tutmasıdır” yazar. Bu İngilizlerin ikinci tabiatı olmuştur.71 İngiltere’de sonraki bütün fikrî ilerlemenin öncüsünün Roger Bacon olduğunu hatırlarsak, İngiliz düşünme tarzının din ve ilimi aynı anda orta bir yol üzere tutan bu ikiciliğini/dualizmini daha iyi anlarız. Buradaki iki ayrı temelden ilki mistik aydınlanmaya ve dine götüren iç tecrübe, ikincisi hakiki ilme deneysel bilimlere vardıran gözlem olarak ortaya çıkar. Bu düalist yapıda birinin diğerine indirgenmesi yerine denge içinde tutulması vardır. Bu açıdan İngiliz zihniyetinin hakiki ifadesi budur. 72 Benzer durum İslâmiyet içinde söz konusudur. İngilizlerin teorisyeni olan Roger Bacon’un Müslümanların bir talebesi olduğunu, yani onun üzerinde büyük bir tesiri olan İbn Sina’nın fikirlerine bakınca73 onun ilim ve dinî dengede tutan düalizminin/ikiliğin temelinde İslâm felsefesinin etkisi görülebilir. Bu dengeci tutum o kadar önemlidir ki, Kıta Avrupa’sında bir ampirist ateist olurken, İngiltere’de bunun teorisyeni olan John Locke, Tanrı kavramını ahlak nazariyesinin merkezi noktası yapmıştır. Ahlak ilkesinin tesisi için uhrevi yaptırımın ehemmiyetini bir ruhaninin gayretiyle savunmuştur.74 İslâm Felsefesi Açısından Doğu ve Batı Ayrımı Bir grup veya sıradan bir topluluk, değer üretmesiyle birlikte toplumsallaşır. Bu açıdan değer üretmek toplumların en önemli özelliğidir. Sosyal değerlerin oluşumu beraberinde sosyal normların, kontrol mekanizmalarının ve neticede sosyal bir düzenin oluştuğunun da göstergesidir. Bu noktada değerler iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, onaylanan ve onaylanmayan gibi kategorik ayrımlarla ifade edilir.75 Dolayısıyla Doğu ve Batı kategorik ayrımı birine coğrafi isim, diğerine din ismi diye niteleyerek, birine onaylanan diğerine onaylanmayan diye karşıtlıklar üretmek tutarlı değildir. Bu tipik whigci tarih öğretisinin sosyal hayata yansımasıdır. İngiliz tarihçiliğine Whig dünya görüşünün merkeziyetçiliğini modelleyen tarihçilerden biri Thomas Babington Macaulay'nın Hindistan'daki İngiliz kolonilerinde görevliyken, Avrupalı bilgi ve kültürün Hintlilere kıyasla üstünlüğünü iddia etmiştir. Ona göre Hintliler, ancak İngiliz kültürünü benimserlerse uygarlaşabilirlerdi. Bunun sonucunda yerleşik Hintçe ve Farsça yerine İngilizce eğitim ve yönetim dilini olarak yaygınlaşmıştır. İngiliz kültürel ve politik ilerlemesine ilişkin bu fikirler, tarih yazımında da karşılığını buldu76 Nitekim Müslüman filozofların Doğu ve Batı coğrafyalarında Hakikatin tezahürlerini bütüncül bir şekilde okumalarının temelinde bunların kültürel modeller olduğunu düşünmelerinden kaynaklanır. Böylece Doğu ve Batı şeklindeki tasniften hareketle bilgiyi kategorize ederek, parçalanmış bilinçlerin üretmesine engel olunmaktadır. Doğu ve Batı coğrafyalarının bütüncül ve yeknesak fikrî, ilmî modeller oluşturduğunu, üstelik bunları bir diğerinden etkilenmeksizin ürettiğini iddia etmek, bunların birini doğru, iyi, onaylanmış, diğerini ise karşıtı olduğunu söylemenin bir anlamı yoktur. “Medeniyetler arası Çatışma” teziyle İslâm ve diğer Doğu medeniyetlerini Batı’nın karşıtı olarak görmek ve varoluşunu “gerekli bir öteki” üzerine kurmak, diğerini ötekileştirmek ve dışlamak tutarlı değildir. Bu aynı zamanda bilgi ve bunların tutarlı sistematik ve uygulanabilir haline getirilmiş şekilleri olan bilimsel teoriler, içinde yetiştiği fikrî ve içtimaî yapıdan bağımsız olamaz, dolayısıyla bunları bir model ve paradigma olarak görüp, iç tutarlılıklarına bakmak ve aynı niteleme (Doğu/Batı) içinde birbirleriyle yarışan modeller olarak görüp incelemenin gerekliliğini göstermek, demektir. Hatta İslâm felsefesinin kurucu filozofu Farabî’den hareketle bu ayrımın bilginin üretimi ve medeniyete dönüştürülmesinde kategorik bir ayrım olarak da görmek mümkündür. Çünkü O, felsefeyi ezeli/bir hakikatin bir yansıması olarak görüp, “Bereketli hilal”, Maveraünnehir (yani iki nehir Seyhun ve Ceyhun) ve Mezopotamya da denilen (yine iki nehir yani Dicle ve Fırat) arası topraklardan Yunanistan’a ve Batı’ya gittiğini, geliştiğini söyler, ama önemli olan bizim onu eski yurduna geri getirmemizdir, der. Bu anlamda Selçuklu ve Osmanlı devletleri Farabî’ni siyaset felsefesindeki Reisu’l-evvel’in yol ve yöntemini benimseyen liderlerle Doğu ve Batı ayrımını kategorik olduğunu gösteren gelişmelere imza atmışlardır. Osmanlı bu anlamda Diyar-ı Rum’u ele geçirmiş, İstanbul’un fethiyle Doğu ve Batı’nın hükümdarlığını dünyaya ilan etmiştir. Farabî’nin önemi, aslında Doğu ve Batı ayrımının kategorik olduğunu kültürel ve felsefi anlamda İskender daha önce göstermişti. Helenistik kültür, Grek-Latin geleneği, Doğu geleneğiyle birleştirerek yeni bir dünya kültürü oluşmasıdır. İskender lndus üzerine vardığı zaman, şu üç kültürün dinleri - Çin, Hint, klasik- geniş bir Taoizm, Budizm ve Stoacılığın tarihsiz şekilleri haline yoğurulmuşlardı.77 Farabî bu anlamda felsefeyi asli yurdu olan Mezopotamya’ya geri getirmiştir. Meşşaî geleneği İbn Bacce, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd endülüs’tde geliştirerek doğu ve batı kültürünü Tek hakikatin tecellisi bağlamında değerlendirmiştir. Daha sonra coğrafi ve siyasî olarak İngilizler üzerinde güneş batmayan Britanya imparatorluğunu kurmuşlar, günümüzde ise Commonwealht adıyla devam ettirmektedirler. Bu anlamda Türkler ve İngilizler dünyada doğu ve batı ayrımının kategorik ve coğrafi ifadeler olduğunu gösteren iki millettirler. Bu bağlamda İslâmiyet 610 yılında yeni bir bilgi, bilim ve medeniyet tasavvuru iddiasıyla tarihe müdahale etti. Miladi 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret edilmesini yeni sistemin hareket noktası olarak görüldü ve yeni yıl, yeni başlangıç olarak olarak görüldü. Kadim kültür ve medeniyetlerin( Minos ve Miken kültürlerinin ürünü olan Antik Yunan, Bizans, Mısır ve Babil kültürlerini sentezleyen Helenistik tasavvur, Hind, Sasani/Fars, Çin ve Harran bölgesindeki (Fisagor akımından etkilenen) Sabii kültürleri) verileriyle yüzleşti. Kısa sürede bu kültürlere ait eserleri tercüme edip, onları özümseyen âlimler ortaya çıktı. Bunu anlamak için öncelikle güçlü bir tarih bilgisi ve bunun felsefesini yapmak gerekir. Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak dediğimiz tam olarak da bu süreci anlamak ve günümüz felsefi veriler ışığında Türk Tarihî hakkındaki yazılanları okuyarak yeniden özgürlük, adalet ve açık toplum uğruna tikel/tekil-tümel irtibatını kurmaktır. Hareket noktamız, düşünce tarihînde “İkinci öğretici” diye anılan Tarkan sıfatlı Ebu Nasr el-Farabî’nin İlimlerin Sayımı adlı eseridir. Çünkü Farabî felsefeyi aslî yurduna son ilahî mesaj bağlamında yorumlayarak getiren filozoftur. Ona göre, felsefe Kaldeliler üzerinden Mısır’a, oradan da Antik Yunan’a geçmiştir. İskenderiye hattı üzerinden Musevî ve İsevî gelenek üzerinden Atina ve Ege şehirlerine taşınan felsefeyi Büyük İskender’in Doğu seferiyle birlikte edinilen birimi Helenistik felsefe olarak okuyoruz. Buna bir de Türkistan üzerinden getirdiğimiz Çin, Hind, Sasanî, Sabiî geleneklerinin farkında ve etkisinde olarak oluşturduğumuz Türkistan Müslümanlığı tasavvuru var. Bu noktada asabiyetimizi yani birey, aile ve toplumsal varoluşumuzu, medenî/siyâsî aidiyetimizi İbn Haldun’un sebep/ırk ve nesep/din tasavvurlarını merkeze alarak temellendiriyoruz. 78 Böylece Arap-Fars iktidar çatışmasına meşruiyet arayan felsefî, kelamî müzakereler dışında gelişen “Türk Aklı ve Felsefesinin Teşekkül” sürecini takip ederek, jeo-felsefe yapmayı deniyoruz. Çünkü eğer günümüzün sorunlarına dair çözüm önerilerini çoğaltmak ve alternatif önerilerle zenginleştirmek istiyorsak, Atayurt’tan getirdiğimiz düşünce birikimiyle, “mukaddes yurt” olarak gördüğümüz Anadolu’da bulduğumuz kültürel yapıya dikkat ederek, düşünce-yurtluk ilişkisini yeniden kurmalıyız. Yukarıda belirttiğimiz üzere bunun fıkhî boyutunu Ebu Hanife’ye; kelam ve akaid boyutunu İmam Maturidî’ye; halka taşınması kısmını Ahmet Yesevî’ye yönlendiriyoruz. Teknik/pozitif bilimler kısmının araştırılmasının tarihsel temelinin de Birunî ve yöntemini inceleyip güncellemekle olabileceğini vurguluyoruz. 79 Bunun Türk’çe Düşünmek" yani Türk Aklının işleyiş sürecini inceleyip yeniden yorumlayamakla mümkün olacağını söylüyoruz. Türk’çe’deki ayraç bundan dolayıdır. Türk’çe Düşünmenin ürünü; Türkçe Felsefe ve nihayetinde Türk Felsefesi olacaktır. Böylece Türkçeyi bir bilim ve felsefe dili yapmak öncelikli hedefimizdir. Çorum İlahiyat Fakültesinde Doğu/ ve Batı karşıtlığı üzerine değil, Türkistan’dan getirilen İslâm tasavvuru ile Diyar-ı Rum diye nitelenen Anadolu’da bulduklarımızı, bunların Selçuklu-Osmanlı döneminde yeniden üretilen yorumlama sürecini anlamaya çalışıyoruz. Bu nedenle Atayurt’tan getirdiğimiz kültürel birikimin Fatih Sultan Mehmet ile bir dünya kültürü haline gelmesini, kırılma noktalarını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin muasır medeniyet seviyesini aşma hedefini tikel/tekil –tümel ilişkisi bağlamında inceliyoruz.80 Bu süreçte incelenen ve hareket noktası olarak seçilen metinlerin önceki kültürel birikimin özümseyip döneminin sorunlarına çözüm üretmek için üretildiğinin farkında olarak şanlı tarih sendromuyla abartılı bir idealleştirmeye girmeden tahlil yapmaya çalışıyoruz. Bu noktada ısrarla Doğu-Batı ikilemine düşmeden ve gerekli bir öteki konumuna düşmeden “muasır medeniyet” hedefini aşma imkanını müzakere ettiğimizi belirtiyoruz. Dolayısıyla “..kendilerine dönülen eski metinlerde insanın kamusal varoluşunu, bireyselliğini ve toplumla olan yaratıcı ilişkilerini geliştirmesine imkân verecek fikir ve nosyonların tikel olarak mevcut” olduğunu ve Osmanlı’nın özellikle Fatih ile birlikte Doğu-Batı ayrımının kalktığını ve tümel değer haline gelmeye başlamasının önemini vurguluyoruz. 81 Fatih Sultan Mehmet’in Anadolu Türk Birliğini sağlaması, İstanbul’u fethederek Osmanlıyı bir dünya devleti haline getirmesi önemlidir. Farabî’nin siyaset felsefesi bağlamında söyleyecek olursak Osman Beyin kurduğu site devletini orta ölçekli devletten dünya devletine dönüştürendir. Nizamiye medresesinin devamını Fatih külliyesi ile devlet üniversitesini bir dünya markası haline getirmiştir. Nurettin Topçu’nun tespitiyle “Kılıç Arslan82 ve Alparslan ile başlayan Anadolu’nun Türkleşmesi/Müslümanlaşması Fatih’in bize bıraktığı miras Konstantiniye’nin fethedilerek İslâmbol’a çevrilmesinin felsefesini ve Türk Ruhu’nu gençlere iyice anlatmak gerekiyor.”83 Bunu gerçekleştirdiği için Osmanlı Devleti uzun süre Batılılara karşı İslâmiyet’in hamisi oldu.84 Ülkesinde yaşayan bütün insanların temel haklarını korumayı ilke edindi. Çünkü Aliya’nın ifadesiyle söyleyecek olursak, “Haklar doğuştandır, hükümdar, parlamento veya sınıfın iradesi olmayıp, vazgeçilmez olduğunu söylüyoruz. İster doğal hak dersiniz veya isterseniz dinin getirdiği beş temel hak bağlamında alınız, haklar insan haysiyetinin bir yönü olduğu için zaman, şart ve tarih üstü olup yaratılışla birliktedir. 85 Bu İslâm hukukundaki “ismet ademiyetledir” ilkesi yani insanın dokunulmaz hakkının tek dayanağı insan olmaktır. İnsan var olduğu andan itibaren hakları vardır ve dil, cins, ırk, din farkına bakılmaksızın sahiptir. Bu açıdan kişinin siyasî, iktisadî ve hukukî haklarını içeren evrensel bir ilkedir. Recep Şentürk, günümüzde en önemli sorun olarak farklılık yönetiminin ancak “açık medeniyet” ile olacağını bunun da ancak İsmet ademiyetledir ilkesiyle olacağını belirtir.86 Bu anlamda İslâm medeniyeti açık bir medeniyettir çünkü İslâm hukuku insanı dini, cinsiyeti ırkına bakmaksızın evrensel insanı konu olarak alır. Hak ve sorumluluklar insanlar arasında fark gözetmeden herkese aynı şekilde tanımlanır. Bunlar doğuştan getirilmiş olup hayatın dokunulmazlığı (ismetün-nefs/dem), malın dokunulmazlığı, dinin dokunulmazlığı, aklın dokunulmazlığı, Neslin ve onurun dokunulmazlığı, iffetin dokunulmazlığı (ismetu’l-ırz) dır.87 Bu hususları ayrıntılı inceleyen Şentürk, “doğuştan verilmiş haklar olduğu için hiçbir devlet tarafından bu haklar gasp edilemez, başkasına devredilemez. Oysa devletçi yaklaşıma göre insan hakları akitseldir ve iman ile eman ile kazanılan vatandaşlığı hak ve sorumluluklarını temeli olarak görür. Haklar devlet tarafından vatandaşlara verilir. Oysa evrenselci bakış açısına göre bunlar insana doğuşuyla birlikte Allah tarafından verilmiştir ve hiçbir otorite bunu alamaz ve başkasına devredilemez. Hanefi hukuk bunun üzerine kuruludur.” Der.88 İslâm tarihînde evrenselci ve devletçi hukuk tasavvurunu uzlaştıran alimler de vardır. Gazali gibi Şafii, İbn Temyiyme ve İbn Kayyım el Cevziyye gibi Hanbeli, İbn Rüşd, Şatibi ve İbü’l-Aşhur gibi Maliki, Mangniye gibi Cağferi-Şii mezhebine mensup alimler evrenselci Hanefi hukuk paradigmasını paylaşmışlardır.89 Aslında İslâm dünyasında modern dönemde bir açıdan olduğu gibi insan hakları alanında da resmi çabalar olan Tanzimat ve Islahat fermanları ile başlamıştır. 90 Özellikle temel haklar meselesi evrenselci Hanefi insan hakları tasavvuruna göre çözülmaya çalışılmıştır. Tanzimat Fermanı ve Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile ifadesini bulan yeni bir hukuk ve yönetim anlayışının hâkim olma çabalarıdır. Bu aslında geleneğimizdeki sürekliliği göstermesi açısından son derece önemlidir.91 “ Felsefe, din ve bilim topyekün vadesini doldurmak üzere. Anlam arayışı sonsuza kadar gitmez çünkü ufuktaki ekolojik kriz, giderek artan kitle imha silahları tehlikesi ve sıçrama yaratacak nitelikte yeni teknolojilerin ortaya çıkması buna mahal vermeyecek gözüküyor. “ diyen Harari çözüm arayışının yine liberal demokraside olacağını düşünüyor. Çünkü Liberal demokrasi, sorunlu ama insanların modern dünyanın zorluklarıyla başa çıkmak için geliştirdiği şimdiye kadarki en başarılı ve kapsamlı siyasal modeldir.92 Doğu-Batı: Türklerin ve İngilizlerin Tarihsel Rekabetleri Coğrafi ve siyasî olarak İngilizler üzerinde güneş batmayan Britanya imparatorluğunu kurmuşlar, fikrî olarak düalist bir sistem içinde “Üçüncü Yol”un temsilcileri olmuşlardır. Günümüzde ise Commonwealht adıyla Doğu ve Batı bölgeleri üzerindeki hükümranlıklarını devam ettirmektedirler. Bu metin, işte bu tespitlerden hareketle özellikle Kadim Dünya’yı Doğu ve Batı bölgelerinde oyun kurucu siyasal aktörler olarak sürekli rakip olduklarını vurguluyoruz. 93 Aliya’nın şu satırlarını yeniden okuyunca tespitimizi biraz daha güçlendirdiğimi düşünüyorum. Aliya’ya göre tarih felsefesi açısından Batı’nın tarihî İngiltere’nin ve genel olarak Anglo-Amerikan zihniyetinin sahneye çıkması, Doğu tarihînde İslâm’ın zuhuruna tekabül etmektedir. 0. yüzyılın önemli Alman tarih felsefecisi Oswald Spengler (1880-1936) Batının Çöküşü adlı eserin “Arap Kültürünün Meseleleri: Pisagor, Muhammed, Cromwell” bölümünden hareketle yapar. Bu noktada Oliver Cromwell (1599-1658) un yaptıklarıyla Hz. Muhamed’in dinî, siyasî ve iktisadî açıdan yeni bir dünya devleti kurması arasında ayrıca araştırılmaya muhtaç olduğunu ve tutarlı bulmadığımı belirtmem gerek. Çünkü Cromwell ile Birleşik İngiliz devletinin, İngiliz Kilisesinin tarihî ve İngiliz imparatorluğunu hâkimiyeti tesis edilmiştir. Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı temelleri onun zamanında atılmıştır denilebilir. 1651 yılında imzaladığı Denizcilik yasası diye de bilinen deniz ulaştırma şartnamesi ingiltere’yi ticarette tekel haline getirdiği gibi Amerika’ya yönelik göçü de tetikleyerek ABD’nun kuruluşuna temel olmuştur.. Endüstri devriminden sonra İngiltere’nin büyük bir emperyal güç olmasının temelinde Cromwell’in politikaları yatmaktadır. Peki ABD neresinde bu işin derseniz? ABD’nin temelde İngilizlerin politikasının dışına çıkmayacağının tarihsel temelini Cromwell ile birlikte atıldığını düşünüyorum. 94 Çünkü Ürdün, Yemen, Kırgizistan deneyimlerim İngiltere’nin oyun kurucu rolünü devam ettirdiği, ABD’nin de onun yancısı konumunda olduğunu malumdur. Özellikle Brexit çıkışıyla iyice pekiştiği konusunda ısrarlıyım. Hem Atayurt hem de Yemen’deki deneyimlerim pratik alanda Rusya’nın etkisini gittikçe artırdığı yönünde. Tabii burada Emir Timur’un Altın Orda devletini yıkmakla, bir beylik düzeyinde olan Rusya’nın önce bölgesel, sonra da küresel bir güç olmasındaki y yerini ayrıca müzakereye açmak gerekir. Diğer oyun kurucu millet ise Sasani geleneğini önemli oranda devşirip her dönem yeni okumalarla besleyen Farslardır. İranlılar demediğime lütfen dikkat buyurunuz, çünkü İran Türkistan’ı yakın döneme kadar Türkler tarafından yönetildi ve hala da İran devletinin üst kademesinde Türkler bulunuyor. Biz de Selçuklu devletinin başbakanı Nizamülmülk ile bu geleneği önemli oranda devşirdik. Yani bölgede fiilen Türkler, Persler ve Ruslar oyun kurucudur tarihsel olarak. Çin’in bir dünya gücü olduğunu ve Orhun abidelerinden hareketle bilge yönetici Tonyukuk’un ferasetiyle Türklerin Çinlilerle karışmasının önüne geçildiğini ve o günden itibaren daima rakip olduğumuz gerçektir. Görüldüğü üzere Doğu ve Batı ayrımı eko-politik bir kategorilendirme olup, Rusya ve İngiltere’nin dünyadaki hesaplaşmalarında “Batı”ya zihniyetler vurgulamak gerekir. Çünkü Fernand Braudel’in ifadesiyle “Kültürel çizgilerin ortaklığının egemen olduğu bir mekân olan kültürel alanlar, “grubun bazı ortak çizgileri itibari ile daha geniş bütünlerin içinde bir araya gelmektedir ve bu grup, bu çizgiler nedeniyle diğer bütünlerden farklılaşmaktadır. Sözgelimi Amerikan, Alman, İngiliz, Rus medeniyetleri en geniş seviyesiyle Batı medeniyetine dâhildirler. Arap, Osmanlı, Selçuklu gibi medeniyetlerin, İslâm medeniyeti çatısı altında oldukları gibi. Medeniyetler kültürel unsurları mübadele yolları ile ithal ve ihraç ederler.” 95 Metnin girişinde Samuel Huntington (1927-2008) Batı için bir strateji olması için sunduğu “Medeniyetler Çatışması” teziyle Braudel’in medeniyetin kültürel bir varlıktır fikrini hatırlatır. Artık Medeniyet, bir grubu farklı kılan dil, din, gelenek, milliyet vs. bütünleştirici ögeler topluluğu olan kültürün en yüksek formudur. İki Avrupalının aynı cemiyette farklı kimlikler benimsemeleri, çeşitli alt kültürleri bünyesinde ihtiva eden medeniyetleri parçalayıcı özellikte değildir. Bilakis bir alt-medeniyet mefhumu da gündeme gelir. Ancak aynı Avrupalı iki şahsın Arap veya Çin toplumları yahut kültürleri karşısında benimsedikleri kimlikleri birdir. Bu çerçevede Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hindu, Sinik, Budist, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika medeniyetinden bahsedilebilir, ki bunların en belirgin unsurudur dindir.96 Kapitalist-sosyalist ve/ya Kuzey-Güney ayrımları neticede o dönemlerde dünyanın yönetilmesi için gerekli bir öteki sağlayan tasniflerdir. Rakipler ama düşmanlıkları sözde kaldığı, buradan beslendikleri gerçek. Aynı durumu Çin’in ekonomik gücünü Batı ülkelerinde özellikle ABD yerini ekonomistlerin metinlerinde okuyunca rakipler ama düşman mı diye son gelişmeler ışığında yeniden düşünmek gerekir. Bölgemizde Perslerin tarihsel işlevine bakınca, Batı’nın ekonomi-politik yani Haçlı savaşlarına karşı verilen tarihsel mücadeleleri hatırlamak gerekir. Türkler İznik’i ele geçirince Oğuz Kaan’ın sürekli Batıya yönelme, Peygamberimizin kadim dünyanın ekonomi politik merkezi olan Konstantinopolis’i hedeflemesinin gerçekleşmesine kısa süre kaldığında Haçlı seferlerinin başladığını, bunlara karşı mücadele verenlerin kimler olduğunu yeniden okumak gerekir. O zamanda “din kılıfıyla meşruiyeti sağlanan ekonomi-politik seferlerine karşı kimler mücadele etmiştir?” diye sorulduğunda tarihte Selçuklu, Osmanlı Memlüklü Devletleri karşınıza çıkmaktadır. Sonuncusu Mısır merkezli ama ed-Devletü’t-Türkiye ismini kullanan siyasal yapı; bir Kıpçak Türkü olan Sultan Baybars’ın memleketi. Dönemin küresel deniz gücü olma yönünde gelişmeler gösteren Portekiz ve İspanyolların Yemen üzerinde Mısır ve Arabistan’a oradan da Anadolu’ya yönelme stratejilerini iyi okuyan ve Osmanlı Türkleriyle ortak hareket projesi geliştirmeye çalışan liderdi. Orta Doğu’da kısa bir süre çalışan biri bile bilir ki “Mısır ’sız savaş, Suriye ’siz barış olmaz.” Pers, Çin, Rusya etkisini hesap etmeden “Suriye’de şunu yaparım bunu yaparım!” demenin ne anlama geldiği acı bir şekilde öğrenildi. Şimdi ABD ve İngiltere, tabii İran ve Suriye’de Fransız etkisini de ilaveten hatırlarsak Bölge’deki Batı etkisi iyice ortaya çıkar. Almanya’nın da AB üzerindeki etkisi ve bölgeyle doğrudan ilgilendiği de ortada, I. Dünya savaşında itibaren Türkiye üzerindeki konumu da belli. Araplar mı dediniz? Onların vekâlet savaşlarını yapan birimler olma dışında bir işlevi olmadığı görülmektedir. En son Akdeniz ve Libya’da mücadelede görülmekte ve Türkiye’nin etkinliğinden en çok rahatsız olanların Araplar olduğu görülmektedir. SONUÇ: Türk-İslam dünyasının sömürgeleştirme çabalarına direnen ve bu anlamda Hz. Muhammed’in Dini ve Siyasi Islahatcı Liderliğini kadim dünyada hayata geçiren Türklerdir. Türkler, Türkistan/Atayurtlardan sürekli Batı’ya doğru dönemin medeniyet mihveri olan İpek Yolu’nun hatlarını takip ederek göç etmişler, fethettikleri yerleri yurtlandırmışlardır. Türklerin Batı Hun imparatorluğu ile Kuzey Avrupa, günümüz İngiltere, Fransa ve İskoçya’ya kadar uzandığını, o dönem güneyinde Batı Roma İmparatorluğu, Anadolu’da Doğu Roma İmparatorluğu (M.Ö. 174/M.S. 450-550) bulunuyordu. Türkler Osmanlı Devletiyle 1453 yılında Doğu Roma’nın başkentini ele geçirip “İstanbul” diye isimlendirmesiyle Büyük İskender’den sonra siyasi ve kültürel olarak ikinci kez İslam düşüncesi üst başlığı altında Doğu-Batı yeni bir form kazandı. Osmanlı, Türkistan’dan bir toplumsallaşma süreci olarak gördüğümüz göç sürecince getirdiği birikimini, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu’nun hazırladığı ortamı devam ettirenrek Doğu ve Batı coğrafyalarını siyasi ve kültürel açıdan birleştirmiş ve bir dünya kültürü haline getirmiştir. Bu bağlamda Tuğrul Bey, Sultan Alparslan, Osman Bey, Yavuz Sultan Selim, Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk’ün deneyimlerini, bin yılı aşan zaman dilimini bütüncül bir okumaya tabii tutunca, yüzyılların birbirinden ayırdığı tecrübeleri bir araya getirip, kıyaslayıp Türk Medeniyetinin simge isimleri olduğunu görüyürouz. Bunun felsefi izahını Ebû Nasr Muhammed bin Muhammed bin Tarhan bin Uzluğ el-Fârâbî et-Türkî (ö.950)’nin yaptığını, önceki kadim kültürlerin sentezi durumunda olan yani bir nevi Doğu-Batı ayrımının salt coğrafi olduğunu gösteren Helenistik felsefeyi yeniden yorumlayarak asli yurduna geri getirdiğini söylüyoruz. Bu anlamda Farabi’nin bir sistem felsefesi kurarak dil, düşünce ve mantık kurgusuyla temelini atmış, Tanrı-evren ilişkisinin nasıl olduğunu teorik temellerini talimi/pozitif ilimler, Tanrı-evren ve insan ilişkisinin niçin kurulduğunu felsefe/ilahiyat bağlamında açıkladığını, bunların hayata geçirilmesini erdemli toplum ile mümkün olacağını vurgulamasını önemsiyoruz. Özetle Farabi’nin etik-politik bir sistem olarak İslam siyaset felsefesinin temellerini attığını, Yusuf Hâs Hâcib’in Kutadgu Bilig, (1069) Edip Ahmet Yükneki’nin Atabetü’l-Hakayık (12.yy), Ahmed Yesevi’nin Divan (13.yy) ile genel kültür haline getirildiğini belirtiyoruz. Bu noktada Dede Korkut ve Kitabı, İslam öncesi ve sonrası geleneğin yani Ezel-i Hikmetin (Perennial Philosophy) asli damarının sürekliliğini ve halka şifahi kültür ile nasıl ulaştırıldığının göstergesi olduğunu düşünüyoruz. Kâşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lugâti't-Türk (1072) adlı eserinin ise yeni İslam kültürüne olan hâkimiyetin dilsel bağlamda bütün dünyaya ilana dair kadim metin olarak görüyoruz. Bu metinler “Türk’çe Düşünme”nin yani Türk Aklının ürettiği Türkçe Felsefenin ve Türk Felsefesinin kurucu metinleri olarak değerlendirilmektedir. Türk Medeniyetinin de bunlar üzerine kurulduğu için dünyanın en köklü ve kadim sistemlerinden olduğunu iddia ediyoruz. 1 Yuval Noah Harari, 21.Yüzyıl İçin 21 Ders, çev Selin Siral, (İstanbul: Kolektif Kitap Yayınevi 2018), 99 2 Huntington, hangi medeniyete ait oldukları hususunda tereddütlü gözüken ve sorunlar yaşayan ülkeleri de “parçalanmış/bölünük ülke” (torn country) olarak nitelemekte ve bu nitelikleri haiz olduğunu düşündüğü Rusya, Türkiye ve Meksika’nın isimlerini zikretmekteydi. Alt-medeniyetlerden de oluşabilen medeniyetler arasında, Huntington’un fikrince, belli bir toprağı/ülkeyi ele geçirmek, ekonomi ve askerî üstünlüğe kavuşmak için gerek mikro (komşu gruplar), gerekse de makro (devletler) düzeyde “fay hatları” boyunca mücadeleler baş gösterecektir. Bu arada, Huntington, makalesinde yukarıda ismi geçen medeniyetlerden her nedense en çok İslam (kısmen Çin) üzerinden olumsuz örnekler vermektedir. Onun bir diğer tanımı da, Batı ve diğerleri (West/Rest) ayrımıdır ki asıl mücadelenin de bunlar arasında cereyan edeceği öngörülmektedir. Batılı ülkelere diğer medeniyetlerin askerî kapasitelerini kontrol etmeyi, onlar arasında özellikle İslam ve Konfüçyüs medeniyetleri arasındaki farklılık ve çatışma noktalarını kullanmayı, Batı değerlerini Batı-dışı medeniyetlere kabul ettirmeyi savunur. Samuel P Huntington. Medeniyetler Çatışması, çev. M. Çalık, der. Murat Yılmaz, Vadi yay. Ankara 1995, 17 vd, Vugar Imanov, “Rusya’nın Medeniyetsel Kimlik İnşası Olarak Avrasyacılık”, Marmara Üniversitesi SBE Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 2007, 11-21, Mevlüt Uyanık, (2011) Arap Dünyasında Dönüşümler: Yemen, Kamu’da Sosyal Politika Dergisi, yıl 5, sayı.18, 2011/3, Ankara 21011, ss. 28-42; a.mlf, Arap Baharının Mezhepçilik ve Kabilecilik Bağlamında Analizi, Eski ve Yeni Dergisi, sayı:25/2012, s. 84-93, 2015:319-343, Murat Aktaş, Aktaş, Avrupa’da Yükselen İslâmfobia ve Medeniyetler Çatışması Tezi, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi Cilt:13, No:1/ 2014, s. 33Dünya Bülteni Araştırma Masası, İslâmofobi ve Avrupa’da İslâm Algısı, Dübam yayınevi, İstanbul 2015,s. 13-14. 3 Edward Said, Kültür ve Emperyalizm, Çev: Nemciye Alpay – Adıyaman, (Hil Yayınları 2004), a.mlf, Oryantalizm, Çev Nezih Uzel, (İstanbul: İrfan Yayınları 11988), Erkan Dikici, “Doğu-Batı Ayrımı Ekseninde Oryantalizm ve Emperyalizm”, Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, 3/2 (Karabük:2014), 46 vd. ABD başkanı Trump, “Biz Suriye’deki petrölü aldık, bırakın diğerleri savaşsın, sınırları korusunlar” ifadesi bunun güncel örneğidir. (Erişim: 02 Kasım 2019) https://www.siyasetcafe.com/trumptan-sinir-bozucu-suriye-aciklamasi-biz-petrolu-aldik-onlar-savassin-58117h.htm?fbclid=IwAR3VtHkL7DrdAagz15orf6mTbC94OZ8Ygr26nz3BpR6Snwx7nLAUQwsLAbE. 4 Mevlüt Uyanık, “Medeniyetler Arası Çatışma Tezlerinin Analizi:-Medeniyetler İttifakı ve Türkiye’nin Katkısı”, Muhafazakar Düşünce, 21-22/2009,.21-22, a.mlf, “Medeniyetler Arası Diyalogda Modern Türkiye’nin Konumu ve Önemi”, Yeni Türkiye 2/9, (1996), 9-16, Muhittin Imıl, Küreselleşme ve Eriyen Kolektif Aidiyetler “ Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 19 (15 Temmuz Özel Sayısı, Eskişehir:2019), 81 vd. Abdurrahman Mümin, çev. Mevlüt Uyanık, İslâm Köktenciliği Üzerine: Basmakalıp Bir İfadenin Soykütüğü, İslâmi Araştırmalar Dergisi, c.6, sy.3, 1992, s.165-171 Uyanık, İslâmi Hareketler İfadesinin Anlamlılığı Üzerine Bir Deneme” EKEV Akademi Dergisi, c.1, 1998/1, s. 9-16; a.mlf. Medya ve Müslüman İmajı, Müslüman İmajı, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1996, s. 287-294; Hakan Samur, Avrupa’nın Önyargılarının ve Çelişkilerinin Bir Sonucu Olarak İslâmfobia, Yönetim Bilimleri Dergisi/Journal of Administrative Sciences Cilt / Volume: 15, Sayı / N: 29/2017 s. 158; Uluslararası Hak İhlalleri İzleme Merkezi (Uhim), Avrupa’da Yükselen Ayrımcılık, Nefret, İslâmfobi ve Irkçılık, İstanbul 2015, s.47-48; Arthur F. Buehler, İslâmfobia: Batı’nın “Karanlık Tarafı”nın Bir Yansıması, çeviren: Mehmet Atalay Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 55/2014, s.123-124; Aktaş, agm,, s.33, Kader, 2007:189 vd, Kemal Ataman, Ataman, Kemal. (2017) “Batı’daki İslâm Ve Türk Algısı: Tıkanan Batı’da Yeniden Yükselen Irkçılık”, Diyanet Aylık Dergi, Korku Endüstrisi İslâmofobi Mayıs Sayı: 317/ 2017, s. 15-17, Mehmet Ali Kirman, İslâmofobinin Kökenleri: Batılı mı Doğulu mu? İslâmi Araştırmalar 2010; 21(1), s. 21-39 5 Mevlüt Uyanık, “İslâm Dünyasında Bilgi ve Bilim Tasavvurunun Yeniden İnşası: -Fuat Sezgin Merkezli Bir İnceleme-“ İslâm Bilim Tarihî ve Felsefesi, Divan yay, İstanbul 2019, s.331-366, a.mlf, “Çağdaş İslâm Düşüncesi Bağlamında Varoluşsal Arayışlar Olarak “Bilginin İslâmileştirilmesi” ve “İslâmi Bilim” Projeleri”, Bilim Tarihî ve Felsefesi Tarih ve Problemler, Ömer Bozkur (Ed.), Mardin Artuklu Üniversitesi Yayınları, 2018, 159-194.a.mlf, “İslâm Felsefesi Tarihî ve İlim Tasnifleri” İbn Haldun Üniversitesi tarafından İstanbul’a 20-21 Aralık 2019 tarihlerinde düzenlenen “Uluslararası İslâm’da Medeniyet Bilimleri Tarihî Sempozyumu” na sunulan bildiri. 6 Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa (İstanbul: İletişim Yayınevi 2018), 102, 109-112. 7 Meriç, Ümrandan Uygarlığa, 99-100, Imanov, “Rusya’nın Medeniyetsel Kimlik İnşası Olarak Avrasyacılık”, 17, İbn Haldun’dan esinlenmesi hk, Kadir Özsöz, “Medeniyet Süreci: Semantik Öykü” http://akademyadergisi.com/medeniyet-sureci-semantik-oyku/, (Erişim: 4 Mayıs 2018 8 Aliya İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, çev Salih Şaban, (İstanbul: Klasik Yayınevi 2011), 87, Kadir Özsöz, “Medeniyet Süreci: Semantik Öykü” http://akademyadergisi.com/medeniyet-sureci-semantik-oyku/, (Erişim: 4 Mayıs 2018. 9 Ziya Gökalp, Hars ve Medeniyet. Yeni Mecmua (60), 142, 162’den alıntılayan Kadir Özsöz, “Medeniyet Süreci: Semantik Öykü” http://akademyadergisi.com/medeniyet-sureci-semantik-oyku/, (Erişim: 4 Mayıs 2018 10 Meriç, Ümrandan Uygarlığa, 86, krş Imanov, “Rusya’nın Medeniyetsel Kimlik İnşası Olarak Avrasyacılık”, 13-14 11 Kadir Özsöz, “Medeniyet Süreci: Semantik Öykü” http://akademyadergisi.com/medeniyet-sureci-semantik-oyku/, (Erişim: 4 Mayıs 2018 12 Ebû Zeyd Veliyüddîn Abdurrahmân İbn Haldun, ‘d.1332)’, Mukaddime, c. I, II, III, çev.: Zakir Kadiri Ugan, Milli Eğitim Bakanlığı Yay., İstanbul 1990c. I, s. 291, 292; Muhsin Mehdi, “İbn Haldun I”, Klasik İslam Filozofları ve Düşünceleri içinde, çev.: Mustafa Armağan, (İstanbul: İnsan Yayınevi 1997), 394, Mevlüt Uyanık, Felsefi Düşünceye Çağrı, (Ankara: Elis Yayınevi 2012), 139; Türk-İslam Medeniyetinin Yeniden Dirilmesin Anahtar Kavramları: Din Ve Mille(t), Ibn Haldun Üniversitesi’nin Düzenlediği Medeniyetler Şurası’, 2017(20-22 Ekim 2017, http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/guncel-yazilar3/2745-turk-islam-medeniyetinin-yeniden-dirilmesinin-anahtar-kavramlari-din-ve-mille-t, Türk Dünyasının Birlikteliğini Sağlamada Dinî Değerlerin Yeri” Türk Birliğinin Mümkün Yolları, editör: M. N. PARMAKSIZ-A. N. Ünalmış, (Ankara: Akçağ Yayınları 2019), 261-272 Aygun Akyol, “İbn Haldun’un İlim Anlayışında Felsefe ve Tarih Tasavvuru”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (10), 20, 2011/2, 47. 13 M.G.S.Hodgson, İslâm’ın Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih, Iv.Kitaba Önsöz, çev. M. Karabaşoğlu, yay.hz.M.Karabaşoğlu, İz yay.istanbul.1993, c.2, s.414. 14 Edward W.Said, Oryantalizm (Doğubilim) Sömürgeciliğin Keşif Kolu, çev. N.Uzel. İrfan yay. İstanbul.1998, s.111, 236,271. 15 Said, Oryantalizm, 277-278. 16 Mevlüt Uyanık, Kur’an’ın Tarihsel ve Evrensel Okunuşu, Fecr. Yay. Ankara. 2012,.13, Said, Oryantalizm 12-13,17-19 17 Said, Oryantalizm, Önsöz.8-9; 12, 65; Gökhan Murteza John Lock’da Sömürgecilik ve Mülkiyet İlişkisi, Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi, Sayı 21, Mart 2012, s. 376 18 Said, Oryantalizm, 26 19 Said, Oryantalizm, 17-19, 101,365 20 N.Filiz İrge, “Gelişmiş Kapitalizm Eşliğinde Yeni Sömürgecilik”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (6/1) 2005, 59-60. 21 Said, Oryantalizm, 8-9; 12,33 22 Ahmet Kabaklı, Kültür Emperyalizmi, Manevi Sömürgecilik. (İstanbul: Toker Yayınevi 1971), 9-15, Mevlüt Uyanık, “Küreselleşme Olgusu ve İpek Yolu Medeniyetinin Yeniden Dirilişi, Oş Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (18-19) 2013,104-131; Murteza agm, 371-372,375. 23 İrge, Gelişmiş Kapitalizm 59 vd, Uyanık, Küreselleşme Olgusu, 104-131 24 Imanov, “Rusya’nın Medeniyetsel Kimlik İnşası Olarak Avrasyacılık”, viii, 1,8 vd, M. Bürkan Serbest, “Tarihsel Süreçte Rus Avrasyacılığı: Klasik Avrasyacılıktan Neo-Avrasyacılığa”, Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi, (6/3) 2017, 286 vd 25 Rudolp Peters, İslâm ve Sömürgecilik, (İstanbul: Nehir yayınevi 1989), 22-26 26 Peters, İslâm ve Sömürgecilik, 86-141, 243, 255 27 Remi Clignet, Sömüren ve Sömürülen ilişkilerinin Çıkmazları, Sömürgecilik ve Eğitim (edit:Philip G.Altbach, Gail P.Kelly, çev. İbrahim Kalın, İnsan yay. 1991, s.128,131, 135 28 Mevlüt Uyanık, “Arap Baharının Mezhepçilik ve Kabilecilik Bağlamında Analizi”, Eski ve Yeni Dergisi, (25/2012), 84-93, a.mlf, “Arap Dünyasında Dönüşümler: Yemen”, Kamu’da Sosyal Politika Dergisi, (5/18), 2011/3, Memur Sen Yayınevi, 28-42 29 İbn Bacce, Tedbiru’l-Mütevahhid: Bireysel Yönetim Okumaları, telif ve tercüme, Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol, (Ankara: Elis yayınevi 2017), Önsöz, 7-13, a.mlf, Milli Birlik ve Toplumsal Barışın Tesisinde Din ve Felsefesin Rolü -Yeni Bir Din Dili Oluşturmanın Gerekliliği Üzerine’, Milli Birlik ve Beraberlik Sempozyumu, İlesam Dergisi, 2/8, (Ankara: 2017), 38-52, http://www.maturidiyeseviotagi.com/turk-dunyasinin-birligi-turk-medeniyetinin-yeniden-dirilmesinde-dinin-islevi/ (Erişim: 11 Aralık 2017), a.mlf, Türkiye’nin Son 15 Yılında Siyasal ve Sosyal Kimlik Teşekkülü Süreci Analizi: Muhafazakâr Demokrat, “Müslüman Demokrat” ve “Dindar Demokrat” Tasavvurları -Yeni Bir Din Oluşturmanın Gerekliliği”, Hukuka Felsefi ve Sosyolojik Bakışlar Dergisi, (İstanbul: İstanbul Barosu yayınları, 2019), 28. Kitap, 379-403. 30 Bu parodoksu T.S. Eliot’un şu şiiri ile anlatabiliriz. “Ama nasıl açıklayabilirim, sana nasıl açıklayabilirim?/Açıkladıktan sonra daha az anlayacaksın./Sana anlatabilmeyiu mduğum tek şey,/Yalnızca olaylardır: ne olup bittiği değil./ Ve kendisine asla hiçbir şey olmamış olan halk,/Olayların önemsizliğini anlayamaz.” Bkz. Christopher Hill, İngiltere’de Devrim Çağı 1603-1714, çev. Uygur Kocabaşoğlu, (İstanbul: İletişim Yayınevi 2016), 13, a.mlf, Dünya Altüst Oldu: İngiliz Devrimi’nde Radikal Düşünceler, çev Uygur Kocabaşoğlu (İstanbul: İletişim Yayınevi 2013), 19-22. 31 Meriç, Bu Ülke, 22 32 Meriç, Bu Ülke, 22,45, 51,232 33 Meriç, Bu Ülke, 47, a.mlf, Ümrandan Uygarlığa, (İstanbul: İletişim Yayınevi 2017),70 34 Cemil Meriç, Bu Ülke, (İstanbul: İletişim Yayınevi 2018), 19,56 35 Meriç, Bu Ülke, 185-186. 36 Aliya İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, çev Salih Şaban, (İstanbul: Klasik Yayınevi 2011), 249. 37 Hukuk ve felsefe tahsili yapan Aliya’nın Spinoza üzerinden yeni materyalist felsefenin takip edilebileceğini belirtmesi ayrıntılı araştırılmaya muhtaçtır. İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 250-253. 38 Matta12/47-79, KK, 9/Tevbe/10) Ayetin mealine bakıldığı zaman manevi cemaat ne kast edildiği biraz netleşebilir: Bir mü’min hakkında ne akrabalık (bağlarını), ne de antlaşma (yükümlülüğünü) gözetirler. İşte onlar taşkınlık yapanların ta kendileridir.” İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm,261. 39 42/Şura/39, 2/Bakara16, 22/Hac/39; 60/Mümtehine/2,8-9, İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 262-264, 303. 40 Fazlur Rahman, İslam, 30, Cemil Meriç, Bu Ülke, (İstanbul: İletişim Yayınevi 2018), 172-173, Mevlüt Uyanık, “ Erdemli, Adil Bir Yönetim Arayışı: Nomokrasi” http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3243/erdemli-adil-bir-yonetim-arayisi-nomokrasi.html?fbclid=IwAR0J1q0NyPg8I5rFQyiAIpiAi8QPKJnMWt_UnnySZWqSS1ugg3Z3PSlIXG0 24 Temmuz 2019 Çarşamba 41 Aliya İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, çev.:Salih Şaban, (İstanbul: Klasik yayınevi 2011), 339. 42 Oswald Spengler, Batının Çöküşü, (The Decline of the West) Çev Giovanni Scognamillo-Nuray (İstanbul: Dergah Yayınevi 1997), Gregory Morgan Swer, “Timely Meditations?: Oswald Spengler’s Philosophy of History Reconsidered”, Prolegomena 17 (2) 2018: 137–154, Dönemin din, büyü ve bilim içiçeliği için bkz. Hill, Dünya Altüst Oldu, 98 vd. 43 Imanov, “Rusya’nın Medeniyetsel Kimlik İnşası Olarak Avrasyacılık”, 11-12, 35, M. Fatih Karakaya, “Bütünleşmiş Kültürün Toplumsal Dinamikleri: Sorokin’in Uygarlık(lar) Okuması”, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Dergisi, (İstanbul: İÜ Yayınevi 2018), 38(2), 383-293. 44 “Slavofilizm” terimi, etimolojik olarak “Slavseverlik” anlamına gelmesine karşın, Rus düşünce tarihinde “Batıcılık” akımı karşıtı soylu sınıfa mensup bir grup fikir adamının bakış açısıyla 1830’ların sonundan itibaren daha dar bir çerçevede formüle edilmiştir. Onların bakış açısıyla “Slavofilizm”, diğer Slav kardeşlerle olan dayanışma hislerinden ziyade eski Rusya’nın toplumsal-kültürel hayatındaki doğal ve temel Slav unsurların ortaya çıkarılmasını ifade etmektedir. Kavramı doğrudan etimolojik anlamıyla 1840’lar boyunca yalnızca Aleksey Homyakov kullanmıştır. Ancak, Kırım Savaşı’yla birlikte Rus olmayan Slavlar da Slavoflizm düşüncesinde rol oynamaya başlamışlardır”Serbest, Tarihsel Süreçte Rus Avrasyacılığı, 291 45 Meriç, Ümrandan Uygarlığa, 100, https://tr.public-welfare.com/4025165-nikolay-danilevsky-biography-main-ideas-of-the-theory-creative-activity-scientific-works, Imanov, “Rusya’nın Medeniyetsel Kimlik İnşası Olarak Avrasyacılık”, 16-17, 35-36. http://sosyolojisi.com/nikolay-danilevski-kimdir-hayati-eserleri-hakkinda-bilgi/40109.html, https://www.encyclopedia.com/history/encyclopedias-almanacs-transcripts-and-maps/danilevsky-nikolai-yakovlevich, Andrei Pavlovich Tsygankov, “In the Shadow of Nikolai Danilevskii: Universalism, Particularism, and Russian Geopolitical Theory”, Europe Asia Studies, 69(4), June 2017, https://www.researchgate.net/publication/318030113_In_the_Shadow_of_Nikolai_Danilevskii_Universalism_Particularism_and_Russian_Geopolitical_Theory, https://www.britannica.com/biography/Nikolay-Yakovlevich-Danilevsky, https://en.wikipedia.org/wiki/Nikolay_Danilevsky, 46Evet, “her kültürün kendine has düşünce tarzı, sanatı, felsefesi vardır… Çünkü Ona göre, her kültür bir ruhtur. O kültüre mensup olmayan kimsenin, mezkûr ruhu tam olarak anlaması olağan değildir. “Bir değil birçok kültürler vardır dünyada. Değerce birbirine eşit kültürler. Her büyük kültür tektir ve her alanda kendi dilini konuşur. Başka kültürlerin anlayamayacağı bir dil. Cihanşümul bir felsefeden söz edilemez. Bütün büyük kültürlerin aynı şekilde kabul ettiği, aynı tarzda anladığı, aynı yönde yorumladığı hiçbir mana veya değer yoktur. Hiçbir kültür, bütünüyle iktibas edilemez. Bir kültürün unsurları başka bir kültür için ancak malzeme olarak kullanılabilir. Yaşayan her kültür yabancı kültürlere kapalıdır. Yalnız kendi kendini anlayabilir, yalnız kendi insanları tarafından anlaşılabilir.” [18] “…Elbette ki biz Mısır veya Hint ruhunu, adetler, ilahlar, kelime kökleri, fikir, yapı ve hareketlerde tezahür ettiği şekilde, ancak pek çok eksik bir şekilde anlayabiliriz”. Meriç, Ümrandan Uygarlığa, 110, O. Spengler, Batının Çöküşü (Cilt 1), Trc. G. Scognamillo, Dergâh Yayınları, İstanbul 1978, 136 ve A. Sorokin, & A. J. Toynbee, (1965). “Sosyal Değişim Üzerine Denemeler”, Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 3’den alıntılayan Kadir Özsöz, “Medeniyet Süreci: Semantik Öykü” http://akademyadergisi.com/medeniyet-sureci-semantik-oyku/, (Erişim: 4 Mayıs 2018 47 Meriç, Ümrandan Uygarlığa, 101-102, 108. 48 Hill, Dünya Altüst Oldu, 109. 49 Bununla birlikte şu soruları araştırmak o dönemi anlamak için son derece önemlidir. “Kral neden zorbalaşmıştı? Parlamentoda temsil edilen toprak sahibi ve ticaretle uğraşan sınıflar. neden özgürlükleri için savaşmak zorunda kalmışlardı? 1640 yıllı yıllardaki parlamentocuların büyükbabaları on altıncı yüzyılda, Tudorlar yönetiminde monarşinin en güvenilir destekleyicileriydi. Fikirlerinin değişmesine yol açan ne olmuştu? Parlamento, VII. Henry, VIII. Henry ve Elizabeth'in ülkeyi aşırı güçlü uyrukların, özel ordulara sahip feodal kralların baskılarına ve yarattığı kargaşalığa karşı koruma çabalarını desteklemiş ve İngiltere ticaret için güvenli hale getirilmişti. Parlamento, VII. Henry ve Elizabeth'i, uluslararası Katolik Kilisesi'ne karşı verdikleri ve zaferle sonuçlanan mücadelede de desteklemişti; Para artik lngiltere’den Roma'ya gitmiyordu. İngiliz politikası artık yabancı bir gücün çıkarları tarafından yöneltilmiyordu. Son olarak, parlamento, papalığın siyasal bağlaşığı İspanyol İmparatorluğu’na karşı direnişinde Kraliçe Elizabeth'i destekledi.” Christopher Hill, 1640 İngiliz Devrimi, çeviren: Neyir Kalaycıoğlu, (İstanbul Kaynak Yayınları 2 Baskı), 13-15. 50 Azmi Özcan, “İngiltere”, TDV İslâm Ansiklopedisi, (İstanbul: İsam 2000), 22/ 296-299. https://İslâmansiklopedisi.org.tr/ingiltere#1, Chrıstopher Hill İngiltere’de Devrim Çağı 1603-1714, çev. Uygur Kocabaşoğlu, (İstanbul: İletişim Yayınevi 2016), 13 vd, a.mlf, Dünya Altüst Oldu, 17, Kadir Caner Doğan - Suat Hayri Şentürk, “ İngiltere’de On Yedinci Yüzyıl Devrimler Çağı Ve Parlamentarizmin Gelişimi Doğrultusunda Bütçe Hakkı”, Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Dergisi, 7/14, (Aralık 2017), 358 vd, file:///C:/Users/hp/Downloads/INGILTERE_DE_ON_YEDINCI_YUZYIL_DEVRIMLER.pdf David S. Kidder, Noah D. Oppenheim, Entelektüelin Kutsal Kitabı, Maya Kitap, 2013, https://www.beyaztarih.com/ansiklopedi/oliver-cromwell, http://www.serenti.org/1648-ingiliz-devrimi-ve-oliver-cromwell/ (Erişim 27 Eylül 2016) 51 Burada “Dini Atama Anlaşmazlığı” yani Papa’nın imparator ile yaşadığı, 1077’de Canossa’ya gidilmesiyle zirveye ulaşan karşıtlık kastedilmektedir. Burada Batı’nın her iki evrensel gücü arasında egemen olma ya da boyun eğme görünümlerinin bir araya geldiği bir ilişki söz konusu olmuştur . Bu anlaşmazlık Kutsal Roma İmparatorluğu ve böylece bünyesindeki Alman devletler için oldukça şiddetli ve yoğun bir boyut kazanmıştır. Canossa’nın bize anlatabileceği şey, her toplumun, tarihînin belirli bir döneminde, dini ve siyasî güç arasında kendine göre bir çözüm bulmak zorunda olduğudur. Pierre Monnet, “Canossa, 1077, Devlet Ve Kilise: Batı Avrupa Siyasî Düşünüşünde Bir Dönüm Noktası” http://politeknik.de/canossa-1077-devlet-ve-kilise-bati-avrupa-duesuenuesuende-bir-doenuem-noktasi-prof-dr-pierre-monnet/, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/184393, Sayime Durmaz, “Yüksek Ortaçağ’da Papa‐İmparator Çatışması: Kılıç ile Âsâ’nın Savaşı”, Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1(2010):93‐120. 52 Hill, 1640 İngiliz Devrimi, 26 53 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 350-351 54 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 357. 55 Pierre Monnet, Bir Dönüm Noktası http://politeknik.de/canossa-1077-devlet-ve-kilise-bati-avrupa-duesuenuesuende-bir-doenuem-noktasi-prof-dr-pierre-monnet/ 56 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm,341. 57 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 40-342 58 Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, (İstanbul: İletişim Yayınevi 2016), 13-14. 59 Fazlur Rahman,” İslam ve Siyasi Aksiyon: Siyaset Dinin Hizmetinde”, İslam’da Siyaset Düşüncesi, derleyen ve çeviren Kazım Güleçyüz,(İstanbul: İnsan Yayınevi 1995), 7-8. 60 Fazlur Rahman, İslam, 30. 61 Mevlüt Uyanık, “İslâm Felsefesi Tarihî ve İlim Tasnifleri” İbn Haldun Üniversitesi tarafından İstanbul’a 20-21 Aralık 2019 tarihlerinde düzenlenen “Uluslararası İslâm’da Medeniyet Bilimleri Tarihî Sempozyumu”na sunulan bildiri. 62 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 350-357. 63 Oswald Spengler, Batının Çöküşü, (The Decline of the West) Çev Giovanni Scognamillo-Nuray (İstanbul: Dergah Yayınevi 1997), 429 vd. burayı önemine binaen aynen alıntılamak istiyorum: “Pisagor, Muhammed ve Cormwell'in üç ayrı kültürdeki tek ve aynı vücut halinde toplanmasını görebilmek için önce koordine edilmemiş çalışmalarla tarihî çevreleyen parmaklıkları yıkmamız gerekir. Pisagor bir filozof değildi. Sokrat öncesi taraftarların sözlerine göre o bir aziz, bir peygamber ve kendi doğrularını çevresindeki insanlara her politik ve askeri vasıtasıyla zorla kabul ettirmek isteyen koyu dindar bir toplumun kurucusuydu. Sybaris'in Croton tarafından yok edilmesi emin olabiliriz ki sadece şiddetli bir dinsel savaşın düğüm noktası olduğu için tarihî hafızada kalabilen bir olay 1. Charles ve "Şen Atlıları”nda gördüğümüz aynı nefretin parlaması, sadece bir doktrin hatası değil, fakat aynı zamanda kökünden yaprağına kadar kurutulması gereken bir dünyevilikti. Saf hale getirilmiş, kavramsal olarak sağlamlaştırılmış, şiddetli ahlaki kurallarla birleşmiş bir efsane, Pisagoryenleri herkesten önce onların özgürlüğe kavuşacakları kanısına vardırmıştı. Kur'an da inançsızlara karşı yapılan kutsal savaşa katılan inanç sahiplerine aynı güvenliği veriyordu. Cromwell'in İronside'ları, ''Filistinlileri" ve Amalikitesteri Marston Moar ve Naseby'ye dağıttıkları zaman onların içini aynı duygu kaplamıştı. Zwingli'nin itikadı özellikle yüksek dağların bir dini olmadığı gibi Müslümanlık da artık özellikle bir çöl dini değildi. Magian dünyanın yeteri kadar olgun olduğu püriten hareketinin bir monofizit veya bir Yahudi’den değil de bir Mekkeli' den devam etmesi bir rastlantıdan başka bir şey değildir. Müslümanlık en fazla ancak Luteranizm'in olduğu kadar yeni bir dindir. Gerçekte eski büyük dinlerin bir uzatmasıydı. Aynı şekilde yayılması da (Şia' da düşünüldüğü gibi) Arap yarımadasından başlayan bir "halk göçü" değil, fakat bir çığ gibi kendisiyle birlikte Hristiyanları, Yahudileri ve mazdeistleri de sürükleyen ve onları hemen birinci sınıf koyu dindar Müslümanlar olarak sayan coşkun inanç sahiplerinin boğazlanmamasıdır. St. Augustine' in anavatanından İspanya'yı fetheden Berberilerdi. Muhammed' in halefleri arasındaki Ebubekir ve Ömer gibi büyük şahsiyetlerle İngiliz Devrimi'nin pym ve hampden'larının yakın ilişkileri vardır ve eğer Hanifler, yani peygamberden önceki ve sonraki Arap püritenleri hakkında daha çok bilgi sahibi olsaydık, bu ilişkinin daha da yakın olduğunu anlardık. Hepsi de önceden alınlarına yazılan kaderden Tanrı'nın seçtiği kişiler olma garantisini kazanmışlardı. Parlamento ve bağımsız ordulardaki büyük Eski Ahit coşkunluğu ki bu ardında, XIX. yüzyılda bile birçok İngiliz ailesinde İngilizlerin dünyaya hükmedeceği önceden kaderce saptanan azizler devleti İsrail'e ait on kayıp kabileden türediği inancını bırakmıştır; aynı zamanda 1620'de başlayan Amerika'ya göçü de üstünlükle etkilemiştir. Bugünün Amerikan dini diye adlandırabileceğimiz şeyi oluşturmuş, şimdi bile bir İngiliz'e belirli bir politik lakaytlığını, esas olarak dinsel ve köklerini önceden yazılan kaderden alan bir güvenlik veren, niteliği beslemiş ve kışkırtmıştır. Pisagoryenlerin kendileri de klasik dünyanın dinsel tarihînde duyulmayan bir şey, dinsel sorunlarının uzaması için politik güç kazanmaya çalışmışlar ve püritanizmlerini şehirden şehire ilerletmeye uğraşmışlardır” Aliya, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 458-459. 64 Aliya, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 340, Hill, Dünya Altüst Oldu,108. 65 Ebû Abdirrahmân Muâviye b. Ebî Süfyân Sahr b. Harb b. Ümeyye el-Ümevî el-Kureşî (ö. 60/680), 602 yılında Kureyş kabilesinin üyelerinden Beni Abd Şems ailesinin bir ferdi olarak dünyaya geldi. Modern Suudi Arabistan'ın kuzeybatısında yer alan Mekke Kureyş'in yönetimindeydi. Beni Abd-Şems ailesi bu yönetici zümrenin en nüfuzlu üyelerindendi. Muaviye'nin babası Ebu Sufyan bin Harb annesi ise Hind bint Utbe idi.Hz. Muhammed, Mekke'de yeni dini duyurmaya başladığında Abd-Şems ailesinin çoğu ona karşı çıktı. Hicret etmesine neden oldular ve ardından Müslümanlara karşı açılan tüm savaşlara katıldılar.630 yılında Müslümanlar Mekke'yi fethedince, tüm Mekkelilerle birlikte Abd-Şems ailesi de Müslüman oldu. Muaviye, kardeşi Yezid’in 640'ta vefatı üzerine Ömer bin Hattab tarafından Şam valiliğine atandı. Osman bin Affan zamanında valiliği sırasında Suriye'nin tamamını yönetimi altına aldı. Yöre ahalisi ve askeri üstünde dikkate değer şekilde etki sahibi oldu. Yavaş–yavaş dahilden kendi devletinin alt yapısını atmaya başladı. 647 yılına gelindiğinde Bizans'ın saldırılarına dayanabilecek güçte bir ordu oluşturmuştu. Ardından 649'da Kıbrıs'ı ve 654'te Rodos'u aldı. 655 yılında Likya açıklarında Bizans donanmasını ağır bir yenilgiye uğrattı. Aynı süre içinde Anadolu'ya defalarca sefere çıkıldı. H.42/662 kafkaslara, h.50/670 da Horasan'da Turkler üzerine akınlar yaptı. Bkz. İrfan Aycan, “Muâviye b. Ebî Süfyân”, TDV İslâm Ansiklopedisi, (İstanbul: 2005), 30/332-334. https://İslâmansiklopedisi.org.tr/muaviye-b-ebu-sufyan, https://tr.wikipedia.org/wiki/I._Mu%C3%A2viye 66 Oswald Spengler, Batının Çöküşü, Çev Giovanni Scognamillo-Nuray (İstanbul: Dergah Yayınevi 1997), 30, 72-73, 266, 363,Sengelli Mustafa Cihan, Oswald Spengler’de Tarih ve Kültür Felsefesi, (Ankara:Pegem Akademi Yayıncılık 2018), vii-viii, 29 vd. Hasan Aksakal, “Oswald Spengler’ın Tarih, Kültür Ve Medeniyet Anlayışı”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,3/12, (Yaz 2010), 38-39. 67 Bu tecrübenin boyutunu Bernard Clairvaux’un "Tanrı 'yı ruhunun en içtenliğiyle seven kişi kendini Tanrı 'ya dönüştürür." sözü ile anlatır. Bu aslında İslâm felsefesinde vahdeti vucüd öğretisi ve Hallac’ın Ene’l-Hak ibaresine de açıklık getirebilir. Spengler, Batının Çöküşü, 430, 457. 68 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm,339-340. 69 Bütün kültürlerde "reform" aynı anlama sahiptir. Dini, başlangıç yüzyıllarında orijinal fikrînin kendini gösterdiği şekildeki saflığına geri götürmek, demektir. Spengler, Batının Çöküşü, 452. Michael TALBOT, "İngiliz Whig Tarihçiliği ve Thomas Carlyle", Dünyada Tarihcilik, Dönemler Okullar Yaklaşımlar Tarihçiler, Ahmet Şimşek (edit), (Ankara: Pegem Akademi 2017), 131, https://core.ac.uk/download/pdf/161524909.pdf. 70 Tablot, "İngiliz Whig Tarihçiliği ve Thomas Carlyle", 132-133. İngiliz tarihînde ve felsefesinde whig’cilerin karşısında Tory’cular vardı. 17. Yy ve sorasında silahlı lrlandalı Papa ve veya Kral taraftarlarına, 1689'dan sonra ise lngiltere'deki büyük muhafazakar partiye verilen addır. Muhafazakar veya Kralcı görüş ve kişileri nitelendinnek için kullanılır. Bunlara göre . krallık siyasetinin hiç de zorbaca olmadığmı, I. Charles'ın, kendisini ölüme mahk6m eden mahkemede söylediği gibi, "kral olarak yalnız kendi hakkı adına değil, bütün uyruklarının gerçek özgürlüğü adına" konuştuğunu savunmaktadır. 1642 yılında parlamentoyu terk eden ve daha sonra ll. Charles'ın birinci bakanı olan Ciarendon bu kuramı· History of the Great Rebellion adlı birkaç ciltlik kitabında akıcı bir şekilde geliştirdi; şimdi aynı programı, siyasal önyargıları, kraliyete ya da Katolikliğe olan yakınlıkları ve genellikle liberalizme karşı oluşan tarihî anlayış yoksunluklarını telafi eden bazı tarihçiler tarafından benimsetilmeye çalışılmaktadır. Onların görüşüne göre I. Charles ve danışmanları gerçekten sıradan insanları, gelişmekte olan küçük bir kapitalist sınıfın sömürüsüne karşı korumaya çalışmaktaydılar ve Charles'a karşı çıkan muhalefet, çıkarlarını siyaset alanında Avam Kamarası, din alanında ise Püritenizm ile özdeşleştiren işadamları tarafından örgütlenmişti ve onların amaçlarına hizmet etmekteydi.” Hill’e göre iki kurarn da tek yanlıdır. “ Whig’ler devrimin ilerici yapısını vurgulamakta ve devrimin önderliğini ele alan ve başarılarından en fazla yararlanan sınıfın buıjuvazi olduğu gerçeğini gözardı etmektedirler. Onların yorumu, bugün on yedinci yüzyıla göre gerçekliğini çok daha fazla yitirmiş ancak hata işe yarayan bir efsaneyi, burjuvazinin çıkarlarının ulusun çıkarlarıyla özdeş olduğu efsanesini sürdürmektedir. Diğer yandan Tory’ler devrimin ilericiliğini ve kendi çağı içindeki değerini yadsıma, feodalizmi aklama ve devrimlerin hiçbir zaman dar bir klikten fazlasının yararına olmadığını öne sürme çabası içinde devrimin sınıfsal yapısını vurgulamaktadırlar. Bu kuramın son biçimlerinden biri, siyasetin pis bir oyun, bütün ilkelerin göz boyama ve bütün devrimlerin yararsız olduğunu öne sürmektedir. Daha çok bilinen ve her iki tarafça da önemle üzerinde durulan bir üçüncü kuram ise Uymazcılar (Nonconfomıists )dır. 17. Yüzıylın başlarında İngiltere Kilisesi'nin doktrinine bağlı olduğu halde disiplinine uymayı ve özelliklede bazı törenlerine katılmayı reddedenler l662'den sonra İngiltere Kilisesi'nden ayrı bir dini grup haline gelmiştlerdir. Bunlara göre ise, çatışmanın nedeni İngiltere'de iki dinden hangisinin, Püritenizmin mi, Anglikanizmin mi egemen olacağının belirlenmesidir. Hill, 1640 İngiliz Devrimi, 16-17 71 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 341. Mehmet Şahin, “Anglikanizm Öncesi İngiltere Ve Anglikanizm’in Doğuşu”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (Konya:18/2004), 149 72 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 341. 73 Türk ama Aliya ısrarla Arapların bir talebesi diyor. Bacon’un Aristo’dan sonra ikinci büyük filozof olarak gördüğü İbn Sina’ya ısrarla Arapların bir talebesi demesi ilginç. İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 342. 74 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 342-343. 75 Aydın Yaka, Sosyoloji Yazıları: Çatışma Kültüründen Uzlaşma Kültürüne, (Ankara: Gündoğan yayınları 2015; 253 vd. 76 Michael TALBOT, "İngiliz Whig Tarihçiliği ve Thomas Carlyle", https://core.ac.uk/download/pdf/161524909.pdf. 77 Spengler, Batının Düşüşü, s. 443. 78 İbn Haldun, Mukaddime, c. I, II, III, çev.: Zakir Kadiri Ugan, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınevi 1990), I/291, 292, Aygün Akyol, “İbn Haldun’un İlim Anlayışında Felsefe ve Tarih Tasavvuru”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 10/20, 2011/2, 47. Mevlüt Uyanık, “Türk-İslâm Medeniyetinin Yeniden Dirilmesin Anahtar Kavramları: Din Ve Mille(t),” Ibn Haldun Üniversitesi’nin 20-22 Ekim 2017 tarihlerinde düzenlediği Medeniyetler Şurası’na sunulan bildiri. http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/guncel-yazilar3/2745-turk-İslâm-medeniyetinin-yeniden-dirilmesinin-anahtar-kavramlari-din-ve-mille-t, 79 Ebu Nasr el-Farabî, İlimlerin Sayımı, Telif ve Tercüme, Aygun Aykol ile Elis yay. Ankara. 2017, “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak Projesinin Hareket Noktası Olarak Farabî ve İhsau’l-Ulum Adlı Eseri” adlı makale, aynı eser, s.13-73. Yesevi için ayrıca bkz. Muhittin Imıl, “Modern Türk Dindarlığı İçin Kadim Bir Referans Noktası” Kastamonu Üniversitesi VI. Uluslararası Şeyh Şaban-ı Velî Sempozyumu (Yesevîlik) (23-25 Kasım 2018) Bildirileri, 747-756, https://www.researchgate.net/publication/330083398_Modern_Turk_Dindarligi_Icin_Kadim_Bir_Referans_Noktasi_Yesevilik_Yasawiyya_An_Ancient_Reference_Point_For_The_Modern_Turkish_Piety/link/5c2ca490a6fdccfc7077fda9/download 80 İlk önce Niğbolu savasında (1396) Haçlıları yenen Yıldırım Bayazıt’a Abbasi Halifesi tarafından verilen unvan. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u ele geçirince kendine Kayser-i Rum sıfatını da ilave etti. Torununun oğlu Kanuni Sultan Süleyman, Fransa Kralı Birinci Fransuva'ya gönderdiği mektubunda kendisini şöyle tarif eder: "Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rum ilinin, Anadolu'nun, Karaman'ın, Rum'un ve Zü'l-Kadriyye vilayetinin ve Acem 'in ve Diyar-ı Bekr 'in ve Azerbaycan 'ın ve Şam 'ın ve Haleb 'İn Ve Mısır’n, Mekke 'Nin Ve Medine'nin, Kudüs'ün, Külliyen Diyar-ı Arab'ın ve fetheylediğim nice diyarın Sultanı ve Padişahı: Bağdatta Şah, Mısırda Sultan Bizans’ta Kayzer Sultan Bayezit Han Oğlu Sultan Selim Han Oğlu Sultan Süleyman Han’ım," Mektubun özgün hali için bkz. http://cihanhukumdari.istanbul.edu.tr/Kanuni-Sultan-Suleyman-Fransa-Krali-Fransuva-Mektup.html https://www.aa.com.tr/tr/kultur-sanat/ben-ki-hakanlar-hakani-sen-ki-fransa-vilayeti-krali-fransuvasin/228408 81 Mevlüt Uyanık, “Çağdaş İslâm Düşüncesinde Tarihsellik ve Evrensellik Sorunu”, Kur’an’ın Tarihsel ve Evrensel Okunması, edit, M.Uyanık, (Ankara: Fecr yayınevi 2017), 175-234, Whiggsh’ci okuma için bk. “Gelenekselci Akım ve İlerleme Düşüncesi,”Modernizm ve Gelenekselcilik Arasında Din, edit.:Ş.Öçal, C.Özyurt, (Ankara: Hece yayınevi 2013), 144 vd, Doğancan Özsel, “Devlet Destekli Bir Ölü Diriltme Ayini: İslâmi Rönesans Çabaları” https://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8952/devlet-destekli-bir-olu-diriltme-ayini-İslâmi-ronesans-cabalari?fbclid=IwAR0OQH8vc4dwRHuUXN8ojC4YJPup2Je6-QTKhDhyleL1lVkzP7qx0KTJY78#.XcKraJozaUm; https://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8987/İslâmi-ronesans-cabalarinin-jeopolitigi?fbclid=IwAR3ArbfBME8JjYjxUbWytjCXHSBJGB10mvQccqPWOywbb7a1Yawos1a_bMs#.XcQdqVczaUm. 82 Erol Güngör, Tarihte Türkler, Ötüken yay, İstanbul 1997,s.102 83 Topçu, Yarınki Türkiye, s. 26,36, 44 107 84 Ocak, Türkler, Türkiye ve İslâm, s. 24 85 Aliya İzetbegoviç, doğu ve Batı Arasında İslâm, çev.:Salih Şaban, Klasik yay., İstanbul 2011, s.297-298 86 Recep Şentürk, İsmet Ademiyetledir –Haklarımız Varoluşumuzdandır-, (İstanbul: İbn Haldun Üniversitesi yay., 2019), 9-12. 87 Şentürk, İsmet Ademiyetledir, 26-28 88 Şentürk, İsmet Ademiyetledir, 29,40-42,133, a.mlf, Açık Medeniyet: Çok Medeniyetli Toplum ve Dünyaya Doğru, (İstanbul: İz yayınevi), 23,26, 89 Şentürk, İsmet Ademiyetledir, 51. 90 Mehmet Ali Ayni, Milliyetçilik: Tarihte ve Türklerde Din, Millet ve Milliyetçilik,haz: İsmail Dervişoğlu Kurtuba yay. İstanbul 2011, s.38, Mevlüt Uyanık, “Erol Güngör’de Din-Devlet İlişkisi ve Hilafet Meselesi”, Türk Yurdu, 108/380, (Nisan 2019), 27-38, Muhittin Imıl, “ Cumhuriyetin Milli Kimlik İnşası Ve Dil Özelinde Dini Reformasyon Çabaları”, Dini Araştırmalar, 22/56, (Temmuz – Ağustos 2019), 416 vd, a.mlf, “İktidar İlişkileri Çerçevesinde Din ve Devlet”, Toplum Bilimleri Dergisi, (Aralık 2019), 27/386 Mevlüt Uyanık, “Günümüz İslâm Dünyasındaka Fıhki Diriliş ve Fikrî Özgürlük için Ebu Hanife’yi Yeniden Okumak”, Çağları Aşan Bilge: İmem-ı Azam Ebu Hanife Sempozyumu Kitabı, Ali Duman (edit), (İstanbul Endülüs Yay- Maturidi Yesevi Otağı,2019), 329-341, Recep Şentürk, İsmet Ademiyetledir –Haklarımız Varoluşumuzdandır- (İstanbul: İbn Haldun Üniversitesi Yayınevi 2019) , 120, 133 91 Mevlüt Uyanık, “Günümüz İslâm Dünyasındaka Fıhki Diriliş ve Fikrî Özgürlük için Ebu Hanife’yi Yeniden Okumak”, Çağları Aşan Bilge: İmem-ı Azam Ebu Hanife Sempozyumu Kitabı, Ali Duman (edit), (İstanbul Endülüs Yay- Maturidi Yesevi Otağı,2019), 329-341, Recep Şentürk, İsmet Ademiyetledir –Haklarımız Varoluşumuzdandır- (İstanbul: İbn Haldun Üniversitesi Yayınevi 2019) , 120, 133 92 Harari, 21. Yüzyıl, 17 93 Mevlüt Uyanık, “Bölgemizde Kurucu Siyasal Aktörler Olarak Türk, İngiliz, Pers ve Rus Rekabeti”, https://kafkassam.com/bolgemizde-kurucu-siyasal-aktorler-olarak-turk-ingiliz-pers-ve-ruslarin-rekabeti.html?fbclid=IwAR1mPAflPH9B0Ocv9YLzOCPjMoZv9_-B_TO8RMP-lsimMR9o4uTy9-9IQUw 12 şubat 2020 http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3740/bolgemizde-kurucu-siyasal-aktorler-olarak-turk-ingiliz-pers-ve-ruslarin-rekabeti http://www.yaylahaber.com.tr/bolgemizde-kurucu-siyasal-aktorler-olarak-turk-ingiliz-pers-ve-ruslarin-rekabeti-makale,3510.html12 Şubat 2020 94 10.02.2020 tarihînde Yasin Aslan tweetinde paylaştığı bilgiyi buraya aynen aktarayım: “Amerika'yı İngiltere Yönetiyor' Bu skandal sözler, Haziran 2019'da İngiltere'nin ABD büyükelçisi Lord Kim Darroch'in Londra'ya gönderdiği ve basına sızan gizli diplomatik telgrafta yer almıştır. izli Telgrafta,Trump'ın beceriksiz ve yetersiz olduğunun yanı sıra şu aşağılayıcı ifadelere de yer verilmiştir: 'Biz İngilizler Amerika'yı yönetiyoruz. raliçe II. Elizabeth 2016'da, Amerika'nın mevcut kötü durumunu göz önüne alarak, Amerika üzerinde İngiliz hükümranlığının yeniden kurulmasını teklif etti Kraliçe, 240 yıllık özerklik deneyinin iyi niyetle başladığını, ancak bunun iyi bitmediğine şahit oluduklarını da söyledi.” https://twitter.com/yasinaslan36/status/1226775853809504257?s=04&fbclid=IwAR32FFuAI3WDldzCnJjaooju2wtq9GmXsHVeeVOGbFTglg1aXxBSlfaBR0E 95 Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, çeviri Mehmet A. Kılıçbay, (Ankara: İmge Kitabevi 2014), 42’den alıntılayan Kadir Özsöz, “Medeniyet Süreci: Semantik Öykü” http://akademyadergisi.com/medeniyet-sureci-semantik-oyku/, (Erişim: 4 Mayıs 2018 96 S. P. Huntigton, Medeniyetler Çatışması mı? -Medeniyetler Çatışması- çeviri Murat Yılmaz, (Ankara: Vadi Yayınları), 25, krş, Kadir Özsöz, “Medeniyet Süreci: Semantik Öykü” http://akademyadergisi.com/medeniyet-sureci-semantik-oyku/, (Erişim: 4 Mayıs 2018
-Aliya İzetbegoviç ve Cemil Meriç’den Hareketle Bir Okuma-
Mevlüt Uyanık
Öz: Doğu ve Batı terimleri salt coğrafi bölgelere mi; İslâm ve Doğu kültürlerini özdeştirip, Batı dünyasının hâkimiyetini pekiştirmek için gerekli bir öteki olarak konumlayıp, medeniyetler arası çatışma tezinin teorik arka planını mıdır? Yoksa insanlığın birikimin farklı bölgelerdeki seyrini inceleyerek, buralarda üretilen bilginin ortamına mı işaret eder?
Bu metnin amacı bu terimlerin Hakikatin farklı zaman ve mekânlarda tezahürüne işaret ettiğini, dolayısıyla bunlar arasında bir çatışma olduğunu ve/ya olacağını göstermediğine dair okuma yapmaktır. Bunun ilk örneğini Doğu ve Batı fikrî birikimini “Helenistik Felsefe” şeklinde temellendiren Büyük İskender ve hocası Aristoteles vermiştir.
Peripatik felsefeyi İskenderiye hattı üzerinden yapılan yorumunu Hz. Muhammed’e gönderilen son mesajın verileriyle yorumlayarak Meşşaî öğretiyi temellendiren Farabî Doğu ve Batı Ayrımının kategorik olduğunun ikinci örneğini verir. Meşşaî geleneğini Farabî ve İbn Sina Doğu’daki temsilcileriyken İbn Bacce, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd Doğu’da yani Endülüs’de geliştirmişlerdir. Dolayısıyla Doğu ve Batı kültürünü Tek hakikatin tecellisi bağlamında değerlendirmiştir. Türkler Farabî’nin öğretisini siyasî alana taşımış Selçuklu ve Osmanlı Devletleri Doğu ve Batı arasındaki irtibatı siyasal olarak da kurmuşlardır. Fatih Sultan Mehmed ile artık Türk Müslümanlığı Doğu ve Batı ayrımının kalktığını bütün dünyaya ilan etmişlerdir.
Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak işte sürecin yeniden okunması ve güncellenmesidir. Coğrafi ve siyasî olarak İngilizler üzerinde güneş batmayan Britanya imparatorluğunu kurmuşlar, fikrî olarak düalist bir sistem içinde “Üçüncü Yol”un temsilcileri olmuşlardır. Günümüzde ise Commonwealht adıyla Doğu ve Batı bölgeleri üzerindeki hükümranlıklarını devam ettirmektedirler.
Bu metin, Doğu ve Batı ayrımının emperyalizm ve oryantalizm kavramlarına meşruiyet sağladığı önermesini güncellemektedir. Özellikle Kadim Dünya’yı Doğu ve Batı bölgelerinde oyun kurucu siyasal aktörler olarak Türkler ve İngilizlerin sürekli rakip olduklarını önermesini tartışmaya açmaktadır.
Anahtar Terimler: Doğu, İslâm, Batı, Hıristiyanlık, Hakikat, Üçüncü Yol, Türkler, İngilizler
Giriş:
Marc Zuckerbeg Facebook ile insanlığı çevrimiçi ortamda birleştirme hayalleri kurarken, son zamanlarda çevrimdışı diyarda cereyan eden olaylar “medeniyetler çatışması” tezinin ateşini körükledi. O kadar ki, “pek çok âlim, siyasetçi ve sıradan vatandaş, Suriye iç savaşı, İşid’in peydahlanması, Brexit’in yarattığı kargaşa ve Avrupa Birliğinde yaşanan istikrarsızlık gibi konuların hepsini Batı Medeniyeti ile İslâm Medeniyeti arasındaki çatışmadan kaynaklandığına inanıyor” der.1
Burada bir coğrafya “Batı” diye verilirken diğerinde “Doğu” coğrafyası İslâm ile özdeşleştirilmektedir. Buna ilaveten uzak doğu diye nitelenen Çin, Konfüçyüs geleneğini de ilave edince Doğu-Batı ayırımı “Medeniyetler arası Çatışma” teziyle eko-politik politikalarına meşruiyet sağlanmaktadır. İslâm dünyası açısından somutlaştıracak olursak, 1989-1990 yılında SSCB dağılınca iki kutuplu dünya yerini ABD öncülüğünde Yeni Dünya Düzenine bıraktı. Yeni uluslararası sistemde ideolojik temele dayalı Doğu-Batı bölümlenmesi yerini ekonomik temele dayalı Kuzey-Güney tasnifine bıraktı. ABD ve AB ülkeleri, Irak-İran savaşı ve Irak’ın Kuveyt’i işgali ile başlayan bir süreçle Müslüman halkların yaşadıkları enerji üretim ve arz merkezlerine operasyonlar yapmaya başladı. Bernard Lewis’in The Atlantic’te yazmış olduğu ‘Müslüman öfkenin kökleri’ adlı makale üzerine Samuel Huntington’un inşa ettiği “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” teziyle “gerekli bir öteki” temin edilerek sağlanmaya çalışıldı. Huntington’a göre, Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve Afrika medeniyetleri etkinliğini sürdürmektedir. Nitekim “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması,” tezinin mimarına göre bile “İslâm, (Batı) Hıristiyanlığı, Musevilik, Budizm ve Hinduizm de köktendinci ya da radikal diye isimlendirilen hareketler eş zamanlı olarak ortaya çıktığını unutmamak gerekir.Francis Fukuyama’nın “Tarihîn Sonu ve Son İnsan” teziyle artık Batı’nın zaferini ilan etti.2
Doğu-Batı ayrımı üzerine kurulu tasnifi inceleyen disiplinin olarak ortaya çıkan Oryantalizm/Şarkbilim ve sosyoloji emperyalizmin Batı’nın öteki toplumları hükmetmek için alt yapı oluşturan disiplinlere dönüşmektedir. Daha net ifadeyle bu ayrım, Batılıların, ötekileştirdiği Batı-dışı toplumların yaşadıkları bölgelerdeki enerjiye ulaşmak, buraları salt tüketim merkezlerine dönüştürmeyi ifade etmektedir.3 Bu bağlamda İslâm dini ile Konfüçyüs öğretisini/geleneğini “Doğu” terimiyle özdeşleştirip, Batı’yı demokrasinin, ilerlemenin merkezi olarak nihai sosyo-politik gerçeklik diye sunup bunlar arasındaki çatışma diye sunmak, Batı’nın eko-politik savaşına kılıf bulmaktan başka bir işlevi yoktur. “Medeniyetler Çatışması” uygulanmasının daha maliyetli ve riskli olarak görülmesinden dolayı olsa gerek ki, İslâm dünyasında “medeniyet içi çatışma”yı Şii-Selefi adıyla yapacak hazırlıklar yapıldı. 11 Eylül 2001 tarihî bu anlamda 3. Dünya savaşının tetiklendiğini ama dünyanın farklı yerlerinde vekâlet savaşlarıyla sürdürüldüğünün simgesidir.
Bu bağlamda 2010-2011 yılı içinde demokratikleşme vaadiyle başlayan Arap Baharı İslâm dünyasının yeniden düzenlenmesinin ve enerji üretim ve arz merkezlerinde küresel yapıların çatışmasının demokratikleşme adıyla sunulmasıdır. Bu nedenle bize göre Arap Baharı, Ortadoğu’da sert bir zemheri soğuğu estirerek, yaz mevsimini kışa çevirdi. Ardından Müslüman ülkeler arasında meşruiyeti Şii-Selefi mezhebi tasavvurlarla meşruiyeti sağlanan medeniyet içi çatışmalar iyice arttı, insanlar yerlerinden yurtlarından edildi, göç hareketleri başta Türkiye olmak üzere bir çok ülkeyi oldukça zor durumda bıraktı. İşid/Daeş ve el-Kaide vb örgütler Müslüman ülkelerde yaptığı eylemler temelde Müslüman halkların mağduriyeti ile sonuçlandı, bunlara ilaveten bazı Batılı ülkelerde yaptığı saldırılarla bütün dünya da bir İslâm korkusu (İslâmfobia) oluştu/ruldu. 4
Bu noktada Doğu-Batı, Kuzey-Güney ve 3.Dünya ülkeleri ayrımı doğrudan sömürgeci güçlerin Batı dışı toplumlardaki yaralı bilinçler oluşturma, hükümranlıklarını pekiştirmek için kullanıldığı hususunda ayrıntılı bilgi vermek gerekir:
Doğu-Batı Ayrımı ve Oryantalizm
Varlık (Tanrı-evren) bilgi ve değer üzerine rasyonel/tutarlı ve eleştirel düşünceler/sistemleri araştırma peşinde olmak hikmet sevgisi demektir. Allah, ilk insandan itibaren dünyada refah ve huzuru; ahrette ise felahı sağlayacak ilkeleri göndermiştir. Farklı zaman ve mekanlarda farklı dil ve kültürlere/kavimlere gönderilen bu temel ilkelerde kırılmalar olduğu vakit, aynı mesaj (Tevhid) farklı bir dil ve formla (şeriat) yeniden yeni bir uygulayıcı (nebi/rasul) ile gönderilmiştir. Bu mesajların sonuncusu ve kıyamete kadar geçerli olacak olanı Hz. Muhammed (sav) gönderilendir. Artık kıyamete kadar yeni bir yol ve yöntem (şeriat) gönderilmeyecekse biz önceki uygulamaları, aksaklıklarını ve bunların giderilme çabalarını yani insanlığın düşünce birikimini (felsefe tarihî) eleştirel bir şekilde okumamız gerekmektedir. Kısa bir süre içinde önceki gelenekler ve ortaya çıkardığı medeniyetlerle yüzleşerek kendine özgü yeni bir bilgi, bilim ve medeniyet tasavvuru oluşturdu, uzun soluklu devletler kurdu.5
Cemil Meriç’in Ebû Zeyd Veliyüddîn Abdurrahmân İbn Haldun (d.1332) dan hareketle bu süreci analizini dikkate alırsak, bir medeniyetin hayat bulması o medeniyeti meydana getiren insanların karşılarına çıkan coğrafi ve tarihi baskılara meydan okumalarıyla mümkün olabilir. Doğan bir medeniyetin gelişmesi ise yaratıcı bir azınlığın varlığına bağlıdır. Peygamberimizin dini ve iktisadi, siyasi bir ıslahatçı olarak başlattığı hareket, kısa sürede önemli bir ilim adamı grubu tarafından bilgi, bilim ve medeniyetleşme sürecine dönüştür. Bir kültür kendi değerlerini inşa ederken başka bir kültürden malzeme alarak faydalanma yoluna gider. Bu türlü “iktibaslar” daha çok ilim ve teknoloji alanında geçerlidir. Yabancı bir medeniyetten dini, felsefi, içtima, ahlaki unsurlar sadece besleyici malzeme olarak alınabilir, bir süre sonra kendi özgün fikrini oluşturur. Bu husus son derece önemli, çünkü bir medeniyetin büyümesi ne teknolojik zaferle, ne madde üzerindeki hâkimiyetiyle olur. Bu özgünlük ve diğer medeniyetlere baskın hale gelme durumunu Cemil Meriç şöyle açıklar: “Kendini kendini tayin etme, kendi kendini biçimlendirme imkanının gittikçe artması, toplum değerlerinin manevileşmesi, cihaz ve tekniklerinin sadeleşmesiyle olur.” Bu gerçekleşince, artık toplum farklılaşmaktan bütünleşmeye geçer. Büyüyen medeniyet bir bütündür, kaynaşmış bir bütün. Kalabalık, yaratıcı azınlığa gönülden bağlıdır”. 6
İslamiyetin fikri, ilmi teşekkül sürecindeki öncülerimizi (selef) bu açıdan incelemek gerekir. Çünkü halefler yani sonrakiler onları isteyerek takip eder. Büyüyen medeniyet, öteki medeniyetlerden gittikçe farklılaşır. Meriç’in Spengler değerlendirmesinden hareketle söyleyecek olursak, bir kültür özgün birkaç özelliğiyle diğerlerinden ayrılır. Aslında her kültür benzeri olmayan bir tecrübedir. Bu noktada iki husus önemlidir onun için, ilki kültürleri ve medeniyetleri belirleyen manevi değerleri, tarihin düzensiz olaylar dizisi içinden çıkarıp ayırması, ikincisi ve en zoru, bu manevi değerlerin gelişip serpilmesinin mantıklı bir safhalar dizisi, bir tarih, bir kader şeklinde düzenlemesidir. Başka bir kültürün çocuğu da olsa er geç bütün özgünlüğüyle kendini gösterir. Bu anlamda her kültür benzeri olmayan bir tecrübedir ve onun kültür diye nitelenmesi için sanat, felsefe, bir düşünce tarzı olarak ortaya çıkması gerekir. Bu anlamda dünya tarihinde öne çıkanlar Antikite (Grek-Roma), Arap, Hint, Babil, Meksika, Çin, Mısır, Batı-Faustçu (Batı Avrupa-Amerika) gibi yüksek kültürlerdir. Ona göre, medeniyet, her kültürün bir kaderi idi 7
Bu kültürlerin medeniyet olarak dünya tarihinde yerini almalarında dinin/manevi değerlerin önemi belirleyicidir, çünkü Aliya’nın da dediği gibi, tüm kültür, dinin insan üzerindeki veya insanın kendi üzerindeki tesirinden ibarettir; bütün medeniyet, zekânın tabiat ve dış dünya üzerindeki tesiri demektir. Kültür “insan olmak hüneri”, medeniyet ise işlemek, üretmek, yönetmek, şeyleri daha mükemmel yapmak maharetidir. Kültür “durmadan kendi kendini yaratmak”, medeniyet ise durmadan değiştirmektir.8 Ziya Gökalp’de bu anlamda kültür/hars ve medeniyet ilişkisi üzerinde durur.Kültür, toplumların “derûnî inkişafından”, medeniyet ise muhtelif harsların/kültürlerin birbirini etkilemesinden ve karışımından meydane gelir. Bu nedenle bir başka kültür (Batı) kültürü tamamen taklit edilemez, ama medeniyeti ise alınabilir, der. 9
Meriç, buradaki anahtar kavramın “Ümran” olduğunu belirtir. İbn Haldun’un insanlığın fikri birikimine en önemli katkısının ümran/medeniyet kavramıyla yaptığını, bununla bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimai ve dini düzen, adetler ve inançlarını içerdiğini belirtir. Bu açıdan Ümran, tarihi ve insanı bütün olarak ifade eder. Bu terimin tarihi anlamak ve yorumlamak için bir felsefe geliştirdiğini belirtir, çünkü alt kavram olarak asabiyet terimini “tarihi inkişafın muharrik kuvveti olarak” kullanır. Toplumsal birliktelik (içtamai tesanüt) Bu anlamda ümran, içtiami hayattır, kültür ve medeniyeti içerir, hem bedevilik/göçerlik hem hadarilik/yerleşiklik vardır. Şehirleşmenin yerleşik düzenin kurallara bağlanmasıyla oluşan süreç ise temeddün ile karşılanır. Bu “Şehir medeniyeti” ifade eder. 10
Fransız yazar Georges Labica da benzer tespitlerde bulunur. Ona göre,, Umran, medeniyetin umumî sosyolojisi olup, İçtimaîlik, fizikî coğrafya, beşerî coğrafya ve psiko-sosyolojiyi kapsar. Bu çerçevede Bâdiye yahut bedeviyetin sosyolojisi üzerinde durur. Umumî bir etnoloji (iki insan topluluğu vardır), mukayeseli bir psikoloji (bedevî ve haderî), bir jeopolitik (çöl) ve bir içtimaî (asabiyetin unsurları) dinamik sunar. İlaveten İbn Haldun, Mukaddime’inde mülk ve siyasî felsefe ile ilgilenir. Bu çerçeve cismanî (mülk) ve ruhanî (hilafet) iktidarın şartlarını belirler. Bu açıdan eser bir devletler dinamiği ve kültür antropolojisi (hiç değilse müesseseler nazariyesi) olarak da görülür. Ayrıca hHaderiyet veya şehir sosyolojisi bağlamında da incelenebilir. Bu açıdan maaş veya ekonomi-politik yani insanların emek ve gayretlerini harcadıkları faaliyetlerin neler olduğundan söz eder. Nihayetinde Ulûm yani ilimlerin topyekûn bilançosunu yapan bir bilgi sosyolojisi sunar. 11
Biz de göçerlik ve yerleşiklik bağlamında Türkistan/Atayurt ve Türkiye/Anayurt arasındaki göç tarihini bir nevi toplumsallaşma sürecini inceleyip, içtimai tesanüd yani “dayanışma duygusu”, “sosyal bağlılık” ve “sosyo-politik kimlik” olarak tanımladığımız asabiyet kavramının iki boyutu (sebep/din ve nesep/ırk) olduğuna dikkati çekiyoruz.12 Bu husus önemli, zira toplumu ve devleti ayakta tutan temel motivasyon olan asabiyet kavramının incelenmesi, hem insanın göçerlik ve yerleşiklik/medenilik doğasını, bunlar arasındaki geçiş sürecini, olası kırılma ve yabancılaşma noktalarını; hem de egemenlik ve siyaset ilişkisini gündeme getirir.
İslâm devletlerin en uzun ömürlü olanı 622 yıl ile Osmanlı;330 yıl Hind Babür imparatorluğu 277 Kurtuba Emevi Hilafeti olmuştu. İran’da bir Türk boyu tarafından kurulan Safevi Devleti Osmanlı’dan 185 yıl önce çökmüştü. 14. ve 15.yy.’larda, Avrupalılar, Asya’dan ithal edilen az bulunur baharat türleri gibi lüks ürünlere karşı bir tüketim alışkanlığı geliştirmişlerdi. İslâm’ın yayılışı, özelliklede 1453’de İstanbul’un fethi, aynı zamanda Avrupa’da keşifler çağını başlatan olay olmuştur. 1517’de Mısır’ın Osmanlılarca alınması, Uzak Doğu Asya ile doğrudan ticareti sekteye uğratmış ve Avrupalılar için yeni bir ticaret yolunun bulunması gereğini zorunlu kılmıştır. Bu bağlamda 1488 yılında Portekizliler Ümit Burnu’na ulaşır. On yıl içinde Hint Okyanusunda bir iktidar ortağı oluştururlar. 1492 yılında Christopher Columbus (1451-1506) Hindistan’a gitmek için batıya doğru yola çıkar ve Amerika’ya ulaşır. 13
Hollanda’nın 1789 yılında Ümit Burnu’ndan geçerek Hindistan alt kıtasını; Napolyon komutasındaki Fransa’nın da Mısır’ı işgal (1798) etmiştir. Kolomb (Columbus)’un sürekli batıya giderek Hindistan’a başka bir yol arama çabası sonucunda Amerika kıtası da işgal edilen yerler arasına girdi. Batı ülkeleri kademeli olarak Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Doğu ülkelerini sömürge haline getirmeye başladılar; Osmanlı Devletinin de sürekli zayıflaması ve nihayetinde çökmesi bu sureci hızlandırdı. Modem Batı medeniyetinin temelinde bu sömürgeleştirilen ülkelerin maddi servetlerinin yattığı bir gerçektir. Tabi bu çerçevede, sömürgenin sürekli kılınması cin sosyal bilimciler devreye girdi. Bizlere, maalesef, salt akademik çalışmalar bütünü olarak sunulan Oryantalizm (Şarkbilim)in -bazı istisnalar olabilirse de- gerçek işlevi bu noktada önem kazanmaktadır. Çünkü Oryantalizm, Doğu’nun sistematik bir araştırma, buluş ve pratik fayda oluşunun “bilim disiplini”dir. Bu anlamda Batı’nın Doğu bilimi olarak bir “uygarlık taşıyısı”dır.14
Bu noktada istisnai durumları Said’in tespitiyle belirtmek gerekir: “Oryantalizm, ham maddesi Doğu uygarlığı, Doğu halkı ve toprağı olan bir yorum mektebidir. Bu mektebin objektif bulguları, yetenekli âlimlerin ortaya koydukları sayısız eserler, yayımlanan ve tercüme edilen kitaplar, sıraya konan gramer bilgiler, sözcükler, ölmüş devirlerin yeniden canlandıran eserleri, akılcı bir görüşle insanların faydasına sunulan pek çok metin, aslında konuşma dillerinin içinden çıkarılmış ölümsüz gerçeklerdir.”15
Oryantalist yöntem gereği, önce Doğu tanımlanmalı, ıslah edilmeli (!) ve sonunda kökünden Batı medeniyetinin normlarına göre değiştirilmeliydi. Bunun icin öncelikle İngilizce olmak üzere Batı dilleri ile eğitim yapan okullar açılarak, askeri, siyasî ve idari alanlarda Batılı zihinler yetiştirilmeye özen gösterildi. Burada “Eğer İslâmı yaşanılır kılmak istiyorsanız, inanç ve uygulamalarınızı modem (tabii ki burada Batı kast edilmektedir) tarihsel eleştiri, felsefe ve bilimlerine uygun hale getirmek zorundasınız. ” düşüncesi zihinlere kazınmaktaydı. Bu yöntemin Müslüman gençlere benimsetilmesi de, mevcut kültürel-siyasal hegemonyanın tesiri ve İslâm’ın başarılı olmasının ön şartı gibi sunulmasıyla olmuştur.16
Batı dışı toplumların maddi zenginliklerinin aktarılmasını öngören sömürgecilik ile Batı düşüncesinde Rönesans/Reform ve Aydınlanma adıyla başlayan fikrî yenilenme birleşince özelde İslâm dünyası genelde bütün dünya kademeli bir şekilde Batılıların etkisi altında girdi. 1815-1914 Avrupa’nın dünya da sömürge imparatorluğu %35 den %85 çıkmıştı. 17
İslâm devletlerinin tarih sahnesinden çekilme sürecinde bilgi ve bilim alanında avantajlarını kaybetmesi, hatta şarkiyat/oryantalizm Batılıların kendileri hakkında ürettikleri bilgeleri dönüştürme paradoksu; sömürgecilik ile iktisadî, siyasî ve ictimai alanda bütün avantajlarını kaybetmesinin nedenleri üzerinde ayrıca ayrıntılı olarak durulmalıdır. Çünkü “oryantalizm, estetik, bilimsel, ekonomik, sosyolojik, tarihe ait ve filolojik metinler aracılığıyla aktarılmaya çalışılan bir cins Jeo-ekonomik görüşler bütünüdür.”18 Bunu yapmak gerekir, çünkü doğulu, kendi kendine kendisini anlamyaa yetenekli değildir. Avrupa ona yardımcı olmalıdır. 19
İspanyol ve Portekizli kaşiflerin başlattıkları 15. yüzyıldaki teknolojik ilerlemeler ve keşifler neticesinde ilk sömürgecilik hareketleri, daha sonra 18. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkan sanayi devriminin ardından gelen kapitalizmi oluşum süreci de başlamış oluyordu. 17. yüzyıla kadar Merkantilizm adıyla devam eden bu süreç 17. yüzyılın 2’nci yarısında İngiltere, Fransa, Hollanda ve Almanya’nın katılımıyla Kuzey ve Orta Avrupa’ya geçen sömürgecilik hızla dünyanın her tarafına yayılmaya başladı. Buralarda İngiltere ve Fransa bazen bir araya geliyor bazen de birbirleriyle çatışıyorlardı. Çünkü oryantalizmin önceleri bunlardı ve uzun sürede bu statüyü korudular.20 Daha sonra bunlara İtalyanlar, Ruslar, Portekizler bu paylaşıma ortak oldular. Oryantalizm artık kapitalizmin bir parçası olarak işlev görüyordu.
Bu anlamda Oryantalizm Avrupa’nın Doğu fikirdir. Yani Batı dışında kalan yerler Doğuydu; buralar Avrupa’nın maddi kültürünün ve uygarlığının ayrılmaz bir parçası diye nitelendiriliyordu. Artık Doğu bilim/oryantalizm bu medeniyetin kültürel ve ideolojik açıdan değişik bir anlatım şekli, kelime hazinesi, bir eğitim ve öğretim, kurumlar beraberliği, hayaller ve düşünceler toplamı, öğretiler ve hatta sömürge yönetimi için gerekli bürokrat kadrolar ve yeterli yönetim elemanlarıdır. 21
Görüldüğü üzere, Kuzey-Güney ve 3. Dünya ülkeleri şeklindeki tasnif, sömürgecilik, sanayileşme ve bunun ortaya çıkardığı kapitalizmin üretimidir. Hammadde ve tarım ürünlerinin ithal merkezlerini tekellerine almak, stratejik çıkarlarını hâkimiyeti için önce denizlerin kontrolü sağlandı. Ardından fiilen işgaller/sömürgeler başladı. Aslında iktisadî emperyalizmin diğer adı sömürgeciliktir. Askeri emperyalizmden sonra ve yakın çağlara ait çok sinsi, kurnaz ve hesaplı bir emperyalizm türüdür. Bu öğreti teşkilatlı bir siyasal yapının teşkilatı yeterli olmayanların çalışarak yarattığı fazla değeri almak için yapılan teşebbüstür. Sömürgecilik (colonialism 1800’lerin ortalarında itibaren “…geri kalmış ya da güçsüz toplumların, daha büyük güçlerce sömürülmesi siyaseti olarak anlaşılmıştır. Bu açıdan Emperyalizm ve sömürgecilik aslında hep kol kola gitmiş iki siyaset olarak değerlendirilebilir.
Türk-İslâm Dünyasının Sömürgeleştirilme Süreci
1980 yıllarda başlayan ve 1991 SSCB’nin dağılmasıyla küreselleşme ve yeni dünya düzeni adı altında bir aynı projeler başladı.22 Çünkü küreselleşme sermayenin dünyada serbest dolaşımını sağlayabilmek amacıyla, bütün ekonomik engelleri ortadan kaldırarak, pazarları bütünleştirmek yoluyla küresel bir piyasa oluşturma süreci şeklinde tanımlanabilir. ABD önderliğinde Dünya Bankası, IMF, GATT gibi kurumlar, dünya ekonomisini bir bütün olarak düzenlemek amacıyla örgütlenmiş olan küresel kurumlardır. Bugün dünya Sovyet’lerin dağılmasından (1991) sonra, ABD’nin küresel bir hegemonya kurmak girişimlerine sahne olmaktadır. ABD petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarının ve enerji yollarının kontrolünü ele geçirmek, Rusya ve Çin’e yakın olmak amacıyla, Ortadoğu’yu denetleyebileceği politikaları bölgede uygulamak istemektedir. Esas hedefi ise, Avrasya ve Ortadoğu’da egemenlik, emperyal gücün tüm unsurları ile dünyada oligarşik bir hegemonya kurmaktır.23 Rusya ise
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından kurucu unsur olarak kendi içine çekilmiş, toparlanmış ve “Neo-Avrasyacılık” olarak politikalarını oluşturmaya başlamıştır. Avrasyacılık, Avrupa’da Arnold Toynbee ve Oswald Spengler’in medeniyetçi tarih felsefesiyle dönemsel olarak çakıştığı ve çeşitli ortak noktalar taşıdığı bilinmektedir. 1930’lardan sonra etkisini yitiren Avrasyacılık akımı, Rusya’nın siyasi ve ekonomik toparlanmasının teorik arkaplanını oluşturmakta, Alekandr Dugin’in görüşleri çerçevesinde şekillenmektedir. Günümüzde Rus dış politikasının 2000’lerin ilk on yılının ardından izlediği dış politikanın ideolojik altyapısı olduğu dahi söylenebilir.24
Büyük Britanya 18.yy başlarında Hint yarımadasını tamamına hâkim oldu. 1882 de Mısır, 1889 da Sudan’ın zapt ettiler. Yüzyılın sonunda Doğu Hint Adalarının tamamını Hollandalılar ele geçirdi. Fransa 1835 yılında Cezayir, 1881 de Tunus, 1912 yılında Fası ele geçirdi. Ruslar Orta Asya’ya doğru genişlediler. İtalya 1912 Libya’yı işgal etti. I. Dünya savaşı sonrası İngiliz ve Fransız ikilisi Osmanlı ülkesinin Arap eyaletlerine sahip oldular.25 Tabii bu fiili sömürgenin fikrî açıdan sağlamlaştırılması için şarkiyat/oryantalizm devreye girdi, bütün bölgelerde eş zamanlı olarak okullar açıldı. Çünkü Hindistan’da Muhammedi tarikatı, Cezayir de Abdülkadir hareketi, Sudanda Mehdi hareketi Libya da Senusi hareketi bu sömürgeciliğe karşı cihat kavramı etrafında direnişler sergilediler. 26
Bu kavramın dönüştürülmesi, Batıya olan fikrî bağımlılıkla mümkün olacaktı. Bu noktada aslında sömürülenin kendisini terk edilmiş ve ihanete uğramış hissetmesinin de bir anlamı kalmıyor, çünkü neticede sömürgeci isyanlar, bağımsızlık için yeni arayışlar olamadı; ancak bağımlılığın yeni kümeleri için çabalar oldular, bunlarda kısa sürede bastırıldı.27 Bu nedenle fiilen bağımsızlıklar tanındı ama aslında fikren ve siyaseten Batı’nın çıkarlarını daima koruyan kabile devletleri işbaşına getirildi. Bu çerçevede günümüzde Arap Baharı adıyla başlayan yeni Ortadoğu düzenlemelerini bölgeyi sürekli bir gerilim ve çatışma içinde tutarak yeni pasta paylaşımı şeklinde okumak daha tutarlıdır. Bu anlamda sömürgecilik sadece biçim değiştirmiş olarak hükümranlığını devam ettirmektedir.28
Velhasıl Doğu ve Batı ayrımının geçen yüzyılda yapılan Orta Doğu, Yakın Doğu, Uzak Doğu ve Orta Asya gibi çoğunluğunda sebep (din) bazılarında hem sebep hem de nesep (ırk) bağımız olan kardeş ülkelerin (enerji üretim ya da enerji arz merkezi olduğu halde) halkı gittikçe yoksullaşıyor. Bir de sorunun ulusal boyutu var ki, Türkiye enerji arz merkezinin odağı olarak bölgesel sorunlarla uğraşırken 15 Temmuz 2016 tarihli terörist saldırıyla gerçekleştirilmek istenen bir darbe teşebbüsü yaşadı. İster harici zihniyetli uluslararası İşid, Taliban, el-Kaide, Boko Haram gibi, isterse Batınî/ezoterik (Feto) gibi ulusal yapılanmalar dinî kavramları merkeze aldıkları ve hedeflerinde doğrudan mücadele verdikleri ülkenin halkı olduğu için medeniyet içi çatışma gittikçe sertleşmektedir.29
Bunlarla kültürel mücadele dinî kavramların yeniden temellendirilmesi ve yeni bir din diliyle mümkün olacak gözükmektedir. Çünkü “Tarih her nesilde yeniden yazılmak zorundadır. Her ne kadar geçmiş değişmezse de güncel durum değişir: Her nesil geçmiş hakkında yeni sorular sorar ve kendinden önce gelenlerin deneyimlerini yeniden yaşarken yeni duygudaşlık alanları bulur. “ Bu açıdan tarih, olayların bir anlatısı olmanın ötesinde olup, tarihçi görevi ne olup bittiğini açıklamaktır. Tarihsel anlatı, olayların ana çizgileri, veridir. Tarihçiler düşüncelerle, yalnızca bunlar toplumu etkiledikleri için değil, ama o düşüncelere yol açan toplumu açıkladıkları için de ilgilenirler. Kanıtlar üzerinde yapılacak ayrıntılı hiçbir çalışma, anlatının olgusal temellerini değiştirmeyecektir. Ancak yorum bizim tutumumuza, bugünkü hayatımıza göre değişecektir.” 30
Doğu-Batı Ayrımı ve Cemil Meriç
Bu bağlamda hayatını Türk irfanını adayan, araştıran, sorgulayan, merak eden (mütecesssis) münzevi yani kütüphanesine çekilen bir fikir işçisinin dediklerini güncellemek gerekir. O, fildişi kulesi diye isimlendirdiği kütüphanesine çekilerek ürettiği metinlerle, yazdığı kitaplarla, verdiği konferanslarla yanlışa evet demeyen, sürekli sorgulayan bir entelektüeldir. Bu münevverin dilinden ülkemizin geleceği olan gençlere bastığı toprağın bize ne dediğini konuşmak31 bizim de manevi olarak ülke dışından gelen tehlikeleri önlemek için canlarını ortaya koyan güvenlik birimlerimizin yanında olmamız demektir. Çünkü bölgede Doğu (Çin-İran), Batı (farklı kategorilerde olsa da sömürgecilik açısından aynı zihniyeti barındıran Rusya, ABD, İngiltere ve Avrupa Birliği Ülkeleri) birikimi çarpışıyor ve Cemil Meriç bunların hepsiyle yüzleşmiş bir aydınımız. Batı’nın sosyalist ve kapitalist zihniyetinin temellerini iyi bilen; özellikle Balzac’ı, Saint Simon’u ilk sosyologlardan biri olarak inceleyendir. Bunlara ilaveten Rousseau’dan Nietzsche’ye, Hegel ve takipçilerine dair bir okuma yapar, Endülüs/Batı İslâm coğrafyasından İbn Haldun’u çok önemser. 32 bundan kastımız Cemil Meriç’in Doğu ve Batı ayrımının kategorik olduğunu gösteren nadir münevverlerimizdendir.
Batının sosyalist ve anti sosyalist geleneğini inceledikten sonra Asya geleneğini sömürgeci dilin tabiriyle Uzak Doğu’yue özellikle Hint edebiyatını analiz eder, çünkü bütün inançlara söz hakkı tanır. Buraya da Avrupalı Romain Rolland ile ulaşır, bu husus önemli tarihte başka Avrupaların da olduğu görüyor, orayı da bir kaçış bir arayış olarak değerlendiriyor. Ve nihayetinde İslâm dünyasının verilerini “Türk İrfanı” bağlamında okuyarak ve “Bu Ülke”nin fikrî temellerine önemli katkı yapar, Cemil Meriç. O, bu noktada “Türkiye’deki kavga Hilâl ile Salip-Haç’ın kavgasıdır. Olympos dağının çocukları, Hıra dağının/mağarasının evlatlarını asla kabullenemeyecektir” der. 33
Bu noktada Asya ve Avrupa hesaplaşmasını yapan ve 150 yıllık gölgeler aleminde yaşayan insanından kopan aydının trajedisini izleyen Cemil Meriç’in ifadesiyle söyleyecek olursak, yaşadığı dönemin şuuru olan entelektül, tarihe ve içinde yaşadığı topluma angajedir. Bu önemli çünkü tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuurunun oluşması için gereklidir. Bu bilinçliliği oluşturan aydın, bütün hakikatleri yoklar, yalanların maskesini yırtar, kalabalığa doğruyu göstermeyi ödev bilir. O bir entelektüeldir artık. 34
Doğu-Batı Ayrımı, Sömürgecilik ve Sosyoloji İlişkisi
Meriç, Doğu-Batı ayrımını zihinlere yerleştirerek yaralı haldeki bilinçleri yarılmış şekle getiren temel disiplin olarak Sosyoloji görür. Sosyoloji, buhranların çocuğu olarak niteler ve Comte’yi ihtilalin ölüme mahkum ettiği Katolikliği, insanlığı dini ismi altında hortlatan bir yarı deli olarak görür. Le Play ise sürüyü şer kuvvetlerine yani sosyalizme kaptırmak istemeyen kiliseyi temsil eder. Durkheim, sarsılan düzeni rasyonalizm rayına oturtmaya çalışan bir halam torunudur, ortak vasıfları kötü bir nasır/Hristiyan olmaktır, der. Ortak davaları, Hıristiyan Batı toplumunu istikrara kavuşturmaktır. Nitekim Fransa 1958 yılına kadar liselerle almıyor bu dersi, bizde 1914 beri kürsüsü var. Yeni etnolojinin üç unsuru 2. Meşrutiyetin en itibarda olan kahinleri olarak ortaya çıkarlar. Meriç’e göre bu sahte ilim tek işe yaramıştır, o da nesillerin uyanmasını önlemektir. II. Dünya savaşından sonra yeni putlar Truman, Marshal Planı ve Amerikan sosyolojisi diye çıktı. Bilimsel sosyolojinin ilk amacı Amerikan iş çevrelerinin mutlak hükümranlığını sağlamak, yani sömürgeciliğin akademi dilidir. Bu disiplinin ilk keşiflerinden birisi sosyodrama, temelinde Amerikan toplumu mümkün dünyaların en iyisi ama işletmelerde ufak tefek aksaklıklar görülebilir, diyerek ortam hazırlanır. 35
Aliya İzetbegoviç: Doğu ve Batı Arasında İslâm
Çağımızın bilgi yöneticilerinden ve dindar filozof örneği Aliya İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm adlı eserinde İbrahimi dinler sayesinde insan tarihîn merkezi olmuştur, iç ve dış hayatını, sınırlarını öğrenmiştir. Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed insani olan her şeyin teşekkül ettiği ezeli üç meyli somutlaştırmaktadır.36 Musevilik “sol temayülü” yani dünyevi cennet perspektifini vaat eder. “İnsanlığın ilmî esas üzerine Rönesans’ını vaat eden farmason düşünce de pozitivist ve Yahudi’dir” diyen Aliya’ya göre Yahudi materyalizmi insan şuurunu dünyaya yöneltirken Hıristiyanlık insan ruhunu kendi kendine doğru yöneltmiştir. Böylece Ahd-i Kadim’in aşırı gerçekliğinin hakkından Ahd-i Cedid’in aşırı idealizmi ile gelinebilmiştir. Bu ikisinin birleştirilmesi Hz. Muhammed ile olmuştur.37 Çünkü İncil ve Kur’an Ahd-i Kadim’in tersine “manevi cemaat ilkesini” ilan ediyorlar.38
Bu noktada Aliya, Avrupa’da Marksist öğretiyi Katolik ve Ortodoks Hristiyanlığın manen dışarı attığı Ahd-i Kadim’deki Yahudi unsurunun bir yedeği veya telafisi olarak görür. Bu açıdan bakıldığında Protestanlık İslâm’a Katolik’ten daha yakındır, der. Çünkü Kur’an her türlü haksızlık ve hukuksuzluk ve kötülüğe (şerr) karşı mücadele ve zulme direnişi, doğrudan aktif mücadeleyi emreder. Çünkü İslâmiyet’te hukuk ve teoloji ayrılmaz ve bunlardan söz edildiği zaman bir nevi kişisel birlik mevcuttur. Dolasıyla hukuk bir açıdan İslâmiyet’in tabii eseri olarak ortaya çıkar. 39 Bu anlamda insanlar doğuştan eşittirler, veda hutbesinde tarağın dişleri gibi olduklarını kimsenin kimseye üstünlüğü olmadığının vurgulaması bu bağlamda önemlidir. Rabbin lütuflarından aynı ölçüde faydalanacaklardır, bu hukukî ve müspet bir eşitliktir. Sıradan bir insan ile yöneticiyi eşit kılan bir hüviyet verilir. Dolayısıyla burada hürriyet de felsefi olmaktan ziyade hukukî bir kavram olarak ortaya çıkar, bütün fertler arasında tam bir hak eşitliğidir. Bu anlamda İslâmiyet bir kanun ve nizam hakimiyeti (nomokrasi)dir. 40
Bu durumda Batı’dan ne kast ediliyor, bunu incelemek gerekir. Çünkü Avrupa temel tasavvurlarını Ortaçağın kaba okulunda şekillendirdiği için dindar olsun olmasın Avrupa daima Hristiyanlığın kategorileri içinde düşünür. Ruh veya dünya Tanrı meleketu veya dünyevi hâkimiyet ikilemini sürdürdüğü için her durumda ilmî ya da dinî radikal ve uzlaşmasız bir şekilde reddeder, dolayısıyla hem dinîn hem ateizmin radikal ve tekelci bir mahiyeti vardır. Bu anlamda İngiltere dikkate alınmazsa Avrupa’nın Kilise ve Devlet devri diye iki bölümde incelenebilir. Bizim de Fransa merkezli bakış açısından etkilendiğimizi düşünmek bu bağlamda günümüzün sorunlarına çözüm önerileri üretme açısından katkı sağlayabilir. Ama bu Batı dediğimiz bölgenin Kıta Avrupa’sında geçerlidir. İngiltere Anglosakson dünyası doğrudan Ortaçağ Hristiyanlığının tesiri altında kalmadığı gözden kaçırılmamalıdır. 41
Aliya’nın temel tezini aldığı Oswald Spengler, Batının Çöküşü42 kitabında tarihîn bize sunulduğu gibi “Antik Çağ”, “Orta Çağ” ve “Modern Çağ” diye sunumunu anlamsız bularak, “her kültürün bir matematiği” olduğunu savunur. O, uygarlık değişimi kuramını ve “tarihsel kültürel tipleri” fikrîni Nikolay Danilevski’nin “Rusya ve Avrupa” isimli eserinden almıştır. Oswald Spengler’in yanısıra Arnold Toynbee gibi XX. yüzyılda Batıda meydana çıkan medeniyet teorisyenlerinin selefi de Danilevski’dir. Nitekim Pitirim Aleksandroviç Sorokin (1889), Modern Tarihsel ve Toplumsal Felsefeler adlı eserinde Danilevski ve eserini “tarih felsefesi ve kültürel sosyoloji üzerine parlak bir deneme” olduğunu belirtir. Onun insan topluluklarını kültürel tarihî tiplere, diğer bir ifade ile özgün medeniyetlere ayırma teorisi oldukça etkili olmuştur.43
Aliya’ya geçmeden, onun gibi Doğu ve Batı ayrımının izafi terimler olduğunu, insanlığın birikimini üst bir perspektiften okuyan A. Toynbee ve Spengler’i etkileyen Danilevski’yi iyi okuyan Cemil Meriç’in onlardan hareketle medeniyetlerin oluşumunda metafizik güç veya ruhun öneminden bahsetmesi üzerinde biraz duralım. Çünkü Rus iktisatçı, etnolog, filozof, tarihçi ve Pan-Slavism ve Slavophile44 hareketinin ideoloğu, bu anlamda Rus Jeo-politik tasarımını oluşturmada önemli rol oynayan ve dünya tarihini tıpkı İbn Haldun gibi dairesel bir görünümünü açıklayan Nikolay Yakovlevich Danilevsky’den hareketle Tyonbee de, Spengler gibi benzer yöntemlerle benzer sonuçlara varır. Çünkü Danilevski’ “kültürel tarihsel tip” tanımlamasından hareketle tarihi birbirinden farklı uygarlıkların bütünü olarak incelemiştir. Onun “kültürel tarihî tipler”den kastı, dil bağı nedeniyle sıkı ilişki içinde olan ırk, ya da milletler ailesidir. Bu bağlamda birbirinden farklı on tip (Mısır, Çin, Eski Semit yani Asur-Babil-Finike, Hint, İran, Yahudi, Grek, Roma, Yeni Semit (Arap), Roma-Germen yani Avrupa) olduğunu, bunların biyolojik bir modele dayanan farklı kültürel ve tarihi türler olduğunu, doğup büyüyüp öldüğünü belirtir. Sıkı bir ilişki içinde olan ırk ya da milletler ailesinin bağın dil olduğunu söyler. Ona göre de her medeniyet kendine özgüdür, kendi insanının özelliklerini taşır. Bu yüzden medeniyetler arası aktarım, olanaksızdır. Başka bir tarih ve kültür benzerliğine dayanan tipi taklit eden bir medeniyet, şahsiyetini kaybeder. Belli bir tarih kültür tipinden bir medeniyetin temel ilkeleri, bir başka tarih kültür tipinin halklarına aktarılamaz. Dolasıyla Islavların Batı Avrupa’nın Latin-Cermen tipinden her alanda ayrıldığını söyler. Ona göre, kültürün, dini, manevi, siyasi ve sosyo-ekonomik öğeleri ancak İslav kültürü içinde, uyumlu yaşayabilirler. Egemen, ama çürümekte olan Batı uygarlığı, yerini kısa zamanda İslav uygarlığına bırakacaktır. 45
Avrupalının siyasi ve ilmi narsisizmine savaş açan ilk yazar olan Danilevsky (1822-1885) Fransız filozof Francois Fourier'in öğretilerinden etkilenmiştir. Meriç’e göre, Rusya ve Avrupa: Slav dünyasının Alman-Romanesk ile kültürel ve politik ilişkilerine bir bakış" adlı eserini1869-1871 yılları arasında önce Zarya dergisinde yayımladı. I. Dünya savaşı sonrasında bir çok toplumsal felsefeler bu kitaptaki fikirleri genişletmiş veya geliştirmiştir. Danilevski’nin fikirleri Spengler’e Batı’nın Çöküşü (19789 adlı eseriyle büyük ün sağlayan bir alt yapı oluşturur. Çünkü O, Batlamyus sisteminin yerine Kopernikvari bir sistem geliştirir. Bir değil bir çok kültürler vardır dünyada fikri ondan mülhemdir. Değerce birbirine eşit kültürler olup, her büyük kültür tektir ve her alanda kendi dilini konuşur, der. Başka kültürlerin anlamayacağı bir dil olamaz. Nitekim bütün büyük kültürlerin aynı şekilde kabul ettiği aynı tarzda anladığı, aynı yönde yorumladığı hiçbir inanç veya değer yoktur. Bu anlamda “Cihanşümul bir felsefeden söz edilemez” demesi önemlidir. Spengler’e göre kültürlerin birbirleri ile ilgisi yoktur. Bu noktada yazar, İbn Haldun’u yanlış anlamış gibi der Cemil Meriç. 46
Avrupa coğrafi bir kavram değil, tarihi ve kültürel bir bütünü, Cermen-roma medeniyetinin alanı olduğunu söyleyendir. Bu anlamda Avrupa Medeniyeti evrensel beşer medeniyeti olmayıp bir çok medeniyetlerden bir tanesidir fikri, Toynbee’de tek bir medeniyet yok, bu anlamda terakki bir ütopyadır, 21 Medeniyet var, bunlardan sadece beşi yaşamaktadır. Bunlar; Uzak Doğu, Hint, Ortodoks Hristiyanlık, İslam ve Batı Medeniyetleridir.. Her medeniyetin belli bir kaderi, büyük çizgilerle tekerrür eder. Değişmeyen insanı mizacıdır, manevi yapıdır. 47 Çünkü Cromwell ile Birleşik İngiliz devletinin, İngiliz Kilisesinin tarihî ve İngiliz imparatorluğunu hakimiyeti tesis edilmiştir. Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı (United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland) temelleri onun zamanında atılmıştır denilebilir.
Tam bu noktada Avrupa tarihî açısından son derece önemli olan hatta Fransız ihtilalinden çok daha önceleri gerçekleşen 1640 yılında başlayan İngiliz devriminden bahsetmek gerekir. Çünkü 1640-1660 lngiliz Devrimi feodal eski düzeni koruyan devlet iktidarı şiddet yoluyla alaşağı edilmiş, iktidar yeni bir sınıfın eline geçmiştir. I. Charles'ın istibdadı dönemin kilise ve feodalleri (muhafazakâr toprak sahipleri) savundu ama başarılı olamadılar. Bu noktada din ve devlet ilişkisinin o dönemdeki boyutunu hatırlamakta fayda var. I Charles “Din her türlü iktidarın yegâne güçlü temelidir” derken, “Kilise ve devlet birbirini karşılıklı olarak destekler ve birbirine yardım eder” ifadesi ise Piskopos Goodman’a aitti. “Devlet onlara [ruhban] para öder ve böylelikle onlar da devlete bağımlı olurlar” diye daha kabaca koyuyordu meseleyi Hugh Peter. Bir devlet kilisesinin görevi, insanları yalnızca cennete yönlendirmek değildi; onlan burada, dünyada da itaat altında tutmaktı. Farklı demekler, farklı kiliseler: Ama bir devlet kilisesinin hiç olmamasını istemek gelenekçilere her türlü iyi düzenin inkârı olarak görünüyordu.”48 Buna rağmen Parlamento, kent ve köylerde ticaret · ve sanayi ile uğraşan coşkun desteğine, küçük toprak sahiplerine ve ilerici eşrafa ve özgür tartışma yoluyla mücadelenin gerçek anlamını anlayabildikleri ölçüde nüfusun daha geniş kesimlerine seslenebildiği için kralı yendi.49
İngiltere'nin yönetim biçimini krallıktan cumhuriyete ve parlamenter sisteme çeviren Cromwell 1653'ten ölünceye kadar Devlet Koruyucu Lord unvanı ile ülkeyi tek başına idare etmiştir. Dönemin emperyalist gücü olan Hollanda ve İspanya’yı denizde yenerek İngiltere’nin önünü açmıştır. Bir nevi Protestan ülkeler birliği kurma idealinden bahsedilir. 1651 yılında imzaladığı Denizcilik yasası diye de bilinen deniz ulaştırma şartnamesi İngiltere’yi ticarette tekel haline getirdiği gibi Amerika’ya yönelik göçü de tetikleyerek ABD’nin kuruluşuna temel olmuştur. Görüldüğü üzere endüstri devriminden sonra İngiltere’nin büyük bir emperyal güç olmasının temelinde Cromwell’in politikaları yatmaktadır. Ölümünden 9 yıl sonra “Cromwel Cumhuriyeti”nden vazgeçilmiş ve monarşiye geri dönülmüştür. Uyguladığı politikalar monarşik parlamenter sistemine olan bağlılığı artırdı. Çünkü parlamenter cumhuriyet kısa bir süre içinde parlamenter oligarşiye dönüştü. Ona duyulan öfke o kadar büyüktü ki öldükten sonra bile devam etti, nihayetinde mezarından çıkartılıp asıldı. 50
Bunun temellerini anlamak içi İngiltere’nin Avrupa’da 1077 senesinde IV Heinrich’in Papa VI Gregor’un önünde boyun eğmesi olarak bilinen ilk Canossa’dan itibaren başlayan süreci ayrıntılı araştırmak gerekir.51 İngiltere Avrupa’da acımazca hüküm süren engizisyon etkilerinden kurtulması için I ve II. Canossa’yı incelemek gerekir. Çünkü Avrupa bunlardan oluşmuştur; oysa İngiltere ne Canossa ne de Engizisyonu tanır. Bu nedenle de İngiltere reformasyonu iki aşırılığını yani hükümdarın ve ne de papa’nın yetkisini tanır. Zaten Reformasyon diye adlandırılan 1536-1540 döneminde İngiliz manastırları ortadan kaldırılmış ve mülklerine el konmuştu. Bu, Katolik Kilisesi'nin iktidarına ve sömürüsüne karşı İngiltere'nin ulusal bağımsızlığını kurduğu mücadelenin bir parçasıydı ve dolayısıyla burjuvazi ve parlamento tarafından hararetle desteklenmişti.52
Üçüncü Yol Olarak “Orta Yol Temayülü” ve “Tarihî Uzlaşma” ve Sosyal Demokrasi
Kıta Avrupa tarihîni ana hatlarıyla analiz eden Aliya’ya göre itidalli/orta yolun Katolik ülkelerde gerçekleşmesi oldukça zordur, İtalya, Fransa, İspanya ve Portekiz tam manasıyla kutuplaşmış toplumların örnekleriydiler, hala da öyle olmaya devam ediyorlar. Kamuoyu Hristiyan (sağcı ile Marksist (solcu) hareket ve partilere ayrılmış bulunmaktadır. Merkez ya gayet sınırlı ya da tamamen yok edilmiş vaziyettedir. Tarihîn en ünlü iki dogmatizmi yani Katolik ve komünist burada birbirleriyle karşılaşmış durumdadır, tabiatıyla galibi olmayan yıpratıcı bir karşılaşmadan yorulmuş vaziyette durmaktadırlar. Durum bu olunca iki dogmatizm içinde de bir iç çözülme meydana gelmesi doğaldır.53
İngiltere dinî (Anglikan) açıdan sağladığı ikiciliği, siyasî açıdan demokrasi ile monarşiyi bir arada durarak temin etmiş, bunun felsefi temellerini de oluşturmuştur. Aliya benzer durumun İslâmiyet’te olduğunu belirtir. Ona göre, İslâm yalnız dinî veya yalnız sosyal talebin bilinç bir tarzda reddi, iki kutuplu ilkenin bilinci bir tarzda kabul eder. Çağdaş toplumların gelişme eğilimleri aynı yönde olmamakla beraber aynı noktaya yani İslâm’ın pozisyonuna çok benzeyen bir orta duruma gitmektedir. 54
Batı’da Orta yol ise İngilizlerce bulunmuştur. İngiltere iki aşırılığı yani hükümdarın ve papanın üstünlüğünü bertaraf etmişti. Bu hususu Batı düşünce tarihînde IV. Heinrich –Papa VII. Gregor’un 1077 yılında I. Canossa diye bilinen ve II. Canossa’nın ayrıntılı incelemek gerekir. 55 Halbuki İngiltere seküler ve metafizik ilkelerin bir karışımı olan özünde pragmatik bir felsefeyi barındıran bir yapıyı VIII. Henry’nin resmî mezhep Anglikanizm kurması ile papalığın otoritesi reddedilmesi, 1563 yılında Kraliçe I. Elizabeth tarafından yayınlanan bir ferman ile kilise, kral ve kraliçe tarafından temsil edilmesi, ibadet dili Latince yerine İngilizce olarak kullanılmasıyla oluşturmuştur. Nitekim Aliya bu hususu “ Kitabı mukaddesin ilk tercümesinin önsözünde “Anglikan kilisesinin hikmeti, resmi ayin törenleri iki aşırılık arasında orta yolu tutmasıdır” açıklar. Dolayısıyla bu yol, İngilizlerin ikici tabiatı olmuştur. Felsefi olarak da bunun temellendirmesini İbn Sina’dan oldukça etkilenen ve Aristoteles’ten sonra en büyük filozof olarak gören Roger Bacon yapar. İngiliz düşünme tarzının bu ikiciliğinden kasıt, ilki mistik aydınlanmaya ve dine götüren iç tecrübe, ikincisi hakiki ilme yani deneysel bilimlere vardıran gözlemdir. Önemli olan düalist bir yapıda ama birini diğerine indirgemeyip, denge içinde tutulmasıdır. Aliya’ya göre, İngiliz zihniyetinin hakiki ifadesi budur.56
Bunun önemi kıta Avrupa’sında bir ampirist ateist olurken, İngiltere’de bunun teorisyeni olan John Locke, Tanrı kavramını ahlak nazariyesinin merkezi noktası yapabilmesinde yatar. O, Ahlak ilkesinin tesisi için uhrevi yaptırımın ehemmiyetini bir ruhaninin gayretiyle savunmuştur. Bu hususu siyasete aktararak demokrasiyi icat etmiştir. Bu açıdan demokrasi tarihî bir anlamda İngiltere tarihîdir. Tarih felsefesi açısından Batı’nın tarihî İngiltere’nin ve genel olarak Anglo-Amerikan zihniyetinin sahneye çıkması, Şark tarihînde İslâmiyet’in ortaya çıkışına tekabül etmektedir. Spengler bunu Hz. Muhammed ve Coromwell paralelliği ile açıklamaktadır. Coromwell ile birleşik İngiliz kilise ve devletinin tarihî ve İngiliz imparatorluğu; Hz. Muhammed ile birleşik İslâm dinî ve devleti kurulmuş, İslâm’ın dünya hâkimiyeti başlamıştır. Aliya’ya göre, İslâmi ve Anglosakson zihniyetleri için bu doğaldır, Kıta Avrupası zihniyeti içinse böyle bir şey mümkün değildir. 57
Hz. Muhammed’in Dini ve Siyasi Islahatcı Liderliği
İnsanlık tarihiyle eş zamanlı olan din duygusu, toplumların hayatında önemli yer işgal ettiği ve kültürün oluşturulmasında önemli unsurlardan olduğu malumdur. Günümüzde Durheim sosyolojisinin 19.yy itibaren ileri sürdüğü bu tez genel kabul görmeye devam ediyor. Alman düşünürü Karl Marx, eEkonominin toplumlarda alt yapıyı teşkil eden temel faktör olduğunu, din başta olmak üzere üst yapıyı oluşturan bütün kurumların onun tarafından belirlendiğini söyleyerek tartışmanın alanını genişletmiştir. Yine bir Alman alimi Marx Weber, dinin toplumsal yapının kültürün ve özellikle ekonominin belirleyicisi olduğunu söylediğini de hatırlarsak, her iki görüşün de aynı gerçeğin bir yanını açıkladığı görülür. 58
Almanların iki büyük savaştan yenilgiyle çıkmasının ardından kısa bir sürede yeniden dünya gücü olmasında Protestan Ahlakı önemli etkendi. Bu hususa dair Platon’un din tasavvuru, devlet kurumlarında öğretilmesi ve resmi ibadethanelerde devlet görevlileri tarafından halkın dini inanışlarını yerine getirmesinin gerekliliği vurguladığı da bilinen bir husustur.
Malumu ilam bu hususları tekrar etmemizin gerekçesi, İslam Ekonomi-politik düşüncesinin teşekkül döneminde de durumun benzer olduğudur. Aslında Arap toplumunda Peygamberimizden önce Dar’ün-Nedve ve cahili dönemde özellikle ekonomi merkezli sorunları çözmek için aktif olan Hilfu’l-Fudul cemiyetine dahil olmasından hareketle Teşekkül döneminde Peygamberimizin tutumunu hatırlarsak, Ebu Zer’in Peygamberimizin vefatından sonraki mücadelesinin, günümüzde Nurettin Topçu’nun Anadolu Sosyalizmi, Kemal Tahir’in tasavvuru ve Ali Şeriati’nin İran’daki mücadelesinin teorik temeli de anlaşılır. Çünkü yukarıki satırlarda belirtildiği üzere Peygamberimiz, ilk önce sosyal reformlar yapmaya çalıştı. Sosyo- ekonomik açıdan zayıfı ve baskı altında kalan, fakirler, yetimler, kadınlar, kölelerin güçlendirilmesi için bu reformların yapılması siyasi iktidarı üstlenmeyi gerektiriyordu. Mekkeli tacirlerin ve hakim zümrenin buna karşı durması ve mevcut bozuk sisteme entegre etmesi için önemli tekliflerde bulunması, Ay ve Güneşi verseler hak yolumdan dönmem şeklinde bu teklifleri reddetmesi bu bağlamda okunabilir. Çünkü peygamberimizin ortaya koyduğu dini, siyasi ve iktisadi ıslahatlar diğer kavimlere göre, Haşim oğullarının iktidarını yeniden getirebilirdi. Peygamberin Kureyş Kabilesinin Ben-i Haşim kolundan geldiğini, atası Kusay ve Daru’n-Nedve uygulaması bu bağlamda diğer kabileleri tedirgin etmişti.
Bunun için dini/siyasi lider yerine, Mekke şehir meclisinde etkili bir konum teklif ettiler. Mekkenin aristokrat ve zenginleri fakir ve zayıf takipçilerini ötekileştirmesi durumunda teklif ettiği iman şartını da kabul edeceğini belirtmesi, durumun ekonomi-politik olduğunu gösterir. Nitekim 622 yılında Mekke’den Medine’ye geçince, dini ve siyasi lider olarak fakirlerin durumunu düzeltmek, onları kronik borç yükünden kurtarmak, savunma gücünü ve diğer sosyal hizmetleri geliştirmek için ZEKAT mükellefiyeti getirilmesi ıslahatların ekonomi-politik boyutunun etkisini gösterir. Üstelik dezavantajlı grupların en başında gelen kadınların miras hakları tanzim edilerek, evlilik ve boşanmayı düzenlemek gibi sosyal reformları uyguladı. Bunların sonucunda 630 yılında Mekke’ye döndüğünde direnişsiz teslimiyet karşıladı onu. Arap kabilelerini temsilen gelen heyetler akın akın geldi. Nitekim 632 yılında vefat ettiğinde tüm Arap yarımadasının fiili ve etkin peygamber-yöneticisiydi. Görüldüğü üzere Hz. Muhammed’in (sav) yöneticiliği peygamberlik görevinin ifa ediş biçimiydi. 59
Sözün özü, Hz. Muhammed’in şahsında devlet, İslam’ın ahlaki ve manevi değerlerinin bir yansıması olarak ortaya çıkmıştır. Bunun temel özelliği ise şeffaf olmasıdır. Ona itibar edildiğinde kendiliğinden kaybolan şeffaf bir araçtır, yani devlet, dinin bir “uzantısı” değildir. Oysa Emeviler ile birlikte Peygamberimizin Veda Hutbesinde bütün insanlığa insan hak ve özgürlükleri bağlamında örnek olacak temel ilkeleri (insan sevgisi, eşitlik, sosyal adalet, iktisadi adalet, doğruluk ve dayanışma) son kez haykırmasına60 rağmen kısa sürede Emeviler, bunları ters yüz etmiş ve devletteki şeffaflığı kaldırmış, devleti dinin bir “uzantısı” haline dönüştürmüştür. Bunların yüzyıllık hükümranlığındaki eksen kayması Abbasiler tarafından da devam ettirilmiştir. Bu nedenle Emevileri merkeze alıp, sanki Abbasilerin statokuyu pekiştirip yüzyıllarca devam ettirdikerini gözden kaçırmanın tutarlılığı yoktur.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere Müslüman filozoflar Hakikatin bir olduğunu, farklı zaman ve mekânlardaki tezahürlerine dair kim ne getirirse ona şükran duyulacağını belirterek Doğu ve Batı ayrımının kategorik olduğuna işaret eder. Farabî ve İbn Sina ile Doğu ve Felsefesinin (Hikmetü’l-Meşrikiyye) teşekkülü Batı’da yani Endülüste yetişmiş İbn Bacce, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd ile zirveye ulaşması bunu gösterir. Aynı zamanda felsefe ve din uyumunun nasıl sağlandığını, İslâm Felsefesinin tikel değerlerini tümelleştirerek/evrenselleştirerek bir dünya felsefesi haline geldiğinin de göstergesidir. Burada İslâm terimi felsefe teriminin sıfatı olup öncelikle Müslüman âlimlerin varlık, bilgi ve değer üzerine sistematik okumalarına delalet ettiğine dikkat etmemiz gerekir. Öncelikle diyorum çünkü ilahi mesajın son versiyonunu farklı dil, kültür, gelenek ve dinî yapılara mensup olan âlimlerin ürettiği de bu anlamda İslâm felsefesine dâhildir.61
Bu açıdan Aliya günümüzde Orta Yol Temayülü” ve “Tarihî Uzlaşma” ile sosyal demokrasinin Katolik ülkelerde gerçekleşme ihtimalini zor görür. “İtalya, Fransa, İspanya ve Portekiz tam manasıyla kutuplaşmış toplumların örnekleriydiler yahut hala da böyledir” diye bilge yöneticiye göre kamuoyu Hristiyan (sağcı) ile Marksist (solcu) hareket ve partilere ayrılmış bulunmaktadır. “Merkez ya gayet sınırlı ya da tamamen yok edilmiş vaziyettedir. Tarihîn en ünlü iki dogmatizmi yani Katolik ve komünist burada birbirleriyle karşılaşmış durumdadır, tabiatıyla galibi olmayan yıpratıcı bir zıtlaşma ve çatışmadan (konfrontasyondan) karşılaşmadan yorulmuş vaziyette durmaktadırlar. Bu iki dogmatizm içinde de bir iç çözülme meydana gelmektedir. Çağdaş toplumların gelişme eğilimleri aynı yönde olmamakla beraber aynı noktaya yani İslâm’ın pozisyonuna çok benzeyen bir orta duruma gitmektedir. İslâm yalnız dinî veya yalnız sosyal talebi bilinç bir tarzda reddederek, iki kutuplu ilkenin bilinçli bir tarzda kabulünü benimser. 62
Batı’da ise Orta yolu ve tarihî uzlaşmayı sosyal demokrasi de temin ederek bunu İngiltere başarmıştır. Çünkü Avrupa temel tasavvurlarını Ortaçağın kaba okulunda şekillendirdiği için dindar olsun olmasın Kıta Avrupası daima Hristiyanlığın kategorileri içinde düşünür. Ruh veya dünya Tanrı meleketu veya dünyevi hakimiyet ikilemi hem olduğu için her durumda ilim ya da din radikal ve uzlaşmasız bir şekilde reddidilir, dolayısıyla hem dinîn bilimselliği öncelediklerini söyleyenlerin (ateizmin) radikal ve tekelci bir mahiyeti vardır. Oysa İngiltere yani Anglosakson dünyası doğrudan Ortaçağ Hristiyanlığının tesiri altında kalmamıştır.
Bu anlamda İngiltere dikkate alınmazsa Avrupa’nın Kilise ve devlet devri diye iki bölümde incelenebilir. Orta yol ise İngilizlerce bulunmuştur. İngiltere devri, seküler ve metafizik ilklerin bir karışımı olan demokrasiyi icat ederek, orta yol temayülünü üçüncü yol olarak genelleştirmiştir. Bu açıdan demokrasi tarihî bir anlamda İngiltere tarihîdir. Aliya’ya göre tarih felsefesi açısından Batı’nın tarihî İngiltere’nin ve genel olarak Anglo-Amerikan zihniyetinin sahneye çıkması, Doğu tarihînde İslâm’ın zuhuruna tekabül etmektedir. 0, yüzyılın önemli Alman tarih felsefecisi Oswald Spengler (1880-1936) Batı’nın Çöküşü adlı eserinin “Arap Kültürünün Meseleleri: Pisagor, Muhammed, Cromwell” bölümünden hareketle63 yapar. Bunu Hz. Muhammed ve Cromwell paralelliği ile açıklar. Oysa 1648’le 1657 yıllan arasında Birostöllü baptis Ralph Josselin, Oliver Cromwell’in Türkleri ve Papa’yı fethedeceğini ileri süren, binyılcı risaleler okuyordu. 64
Bu noktada önce Spengler ardından Oliver Cromwell (1599-1658) hakkında biraz bilgi vermek gerekir çünkü onun yaptıklarıyla Hz. Muhamed’in dinî, siyasî ve iktisadî açıdan yeni bir dünya devleti kurması arasında paralellik görmek yerine belki Muaviye ile mukayeseli analizi yapılabilir. Bu açıdan benzerlikler olabilir ama bu mukayese analoji üzerinden yapılabilir, İslâm ticaret yolları üzerindeki Arap aleminin dünyanın küresel sisteme entegrasyonu için çalışmalar yapma üzerinden kıyas yapmak tutarlı gözükmüyor.65
Batı kültürü merkezli bir tarih anlayışını eleştiren Spengler’e göre insanlık kavramı boş bir sözden ibarettir. Her kültürün büyüyen, olgunlaşan ve çürüyen bir yapısı vardır. Bu anlamda dünyada tek bir kültür değil, birçok kültürün olduğu bir gerçektir. Bu nedenle tarihîn tek bir merkezinden söz etmek anlamsız olur. Spengler’e göre, her kültür kendi medeniyetine sahiptir. Medeniyet, kültürün önlenemez kaderidir. döngüselci bir tarih felsefesini savunan Spengler, tarihî doğrusal bir çizgi şeklinde “eski, orta ve yeni” olarak dönemlere ayıran ilerlemeci tarih anlayışlarını eleştirir. Spengler’a göre toplumların refahını ve gücünü artıran ey, onların ekonomik ilişkilerini şekillendiren yapısal özellikler değil, yüksek kültür ve medeniyet yaratmayı mümkün kılan, onları harekete geçiren metafizik güçtür. Bu güç, milletlerin sahip olduğu “ruh”tur. 66
İşte tam bu noktada Spengler’in Aliya ve etkisi ortaya çıkıyor. Çünkü ona göre "halk bir ruh birimi"dir. Tarihîn büyük olaylarının aslında halklar tarafından oluşturulmadığını, ortaya çıkan her yeni hareket, yapanın ruhunu değiştirttiğini, "biz"in içten yaşanan tecrübesinin ne kadar derin olursa, halkın hayat duygusunun da o kadar güçlü olacağını belirtmesi tarih yapan kahramanlar fikrîne açıklık getirebilir. Zira Spengler’e göre din yaşanarak tecrübe edilen bir metafiziktir, Pisagoryenler ve Hz. Muhammed' in bazı takipçileri özellikle daha sonra kurumsallaşan tasavvufi öğretiyi benimseyenler bunu duyularıyla değil, asıl bir kavram olarak tecrübe ettiklerini belirtirler. Buradan hareketle Spengler “tecrübe, inananın etrafındaki dünyanın sırlarını açığa vurmak veya saklamak istemesine göre iki tarza ayırır. Bunlar, teori ve teknik veya dinî tabirle efsane ve mezheptir. Teorisyen eleştirici kâhin, teknisyen rahip, kaşif ise peygamberdir.”67
Aliya’nın Paralel Okumasının Gerekçesi
Aliya, İslâm ve Anglosakson zihniyetleri kendi modelleri içinde din, devlet ve dünya hakimiyeti ideallerini gerçekleştirdiğini, Kıta Avrupası zihniyeti içinse böyle bir şey mümkün olmadığını belirtir.68
Aliya’nın Spengler’den hareketle de olsa parlamento içinden çıkıp monarşiyi yıkıp yerine cumhuriyeti kurarken bir diktatöre dönüşen Cromwell ile İngiltere’nin dünya hâkimiyetini sağlamasıyla Hz. Muhammed ile İslâm dinî, İslâm Devleti, İslâm’ın dünya hakimiyeti başlamasını eş zamanlı olmasının dışında mukayese imkanı olmadığını düşünüyorum. Çünkü O, 1630 yılında yaşadığı psikolojik travmadan sonra püritenlerin din ve ahlak anlayışını tamamen benimsedi ve savunucusu olduğunu da unutmamak gerekmektedir. O kadar ki "Tanrı’nın benim için bir görev vermesini bekliyordum bu gerçekleşti" demiştir. Bu noktada İngiliz Whigsci tarih yazımının önde gelenlerinden olan Carlyle’nin Fransız Devrimi adlı eserinin girişine Goethe’nin koyduğu şiirini ve tarih yapanların büyük adamlar/kahramanlar olduğunu, bu çerçevede Hz. Muhammed ile Cromwell’i incelemesinin etkisi olabilir mi? Bunun cevabını ararken öncelikle Goethe’nin şirini verelim:
“Bu ulusa örs ve hükümdara çekiç karşılaştırdım;
Aşağıda halk, ortada kavisli olan bir metal levha gibidir.
Metale vay!
Rastgele darbeler metale keyfi olarak vurursa,
Bitmiş ibrik asla ortaya çıkmaz.”
Carlyle’ye göre, Goethe’nin şiirinde açıklandığı gibi, sadece demirci metal levhadan bir ibrik oluşturmak ancak büyük adam ya da kahramanların işidir. O , Thomas Carlyle, On Heroes, Hero-Worship, and the Heroic in History (London: Chapman & Hall, 1840) isimli eserinde altı örnek üzerinden gider. Bunlar, İlahi olarak kahraman: Odin, paganizm, ve İskandav mitolojisi; Peygamber olarak kahraman: Hz Muhammad ve İslâm; Şair olarak kahraman: Dante ve Shakespeare; Rahip olarak kahraman: Luther ve Reformasyon, Knox ve Püritenlik; Edebiyatçı olarak kahraman: Johnson, Rousseau ve Burns ve Kral olarak kahraman: Cromwell, Napoleon’dur.69
Cromwell ve Hz. Muhammed karşılaştırmasını anlamak için Carlyle’ın Peygamberimizi inceleme sebeplerinden ilki olan daha önceki putperest toplumlarda bir gelişme olarak yarattığı dinîn ve toplumun şeklini görmesi olabilir. Çünkü bu ilerleme, İslâm’ın dünyadaki büyük başarısını açıklıyordu. Araplar çöl göçebeğinden büyük fethedicilere evrilmişti. Dolayısıyla Hz. Muhammed ilerleme yolunda önemli bir aşamayı temsil etmesinin yanısıra ikinci olarak whigsci öğretiye göre tarihîn mekaniğini açıklanmak istenmiştir. 70
Orta Yol’un Felsefi Temellendirilmesi
Bu anlamda İngiltere 15 ve 16. Yy Avrupa’sı için reformcu, bugün muhafazakârdır. Bundan kast edilen İngiliz zihniyetinin muhafazasıdır. Bu en geniş anlamda orta pozisyon demektir. Nitekim Kitabı Mukaddes’in ilk tercümesinin önsözünde devlet tarafından kurulmuş olan tek kilise olan “Anglikan kilisesinin hikmeti, resmi ayin törenleri iki aşırılık arasında orta yolu tutmasıdır” yazar. Bu İngilizlerin ikinci tabiatı olmuştur.71
İngiltere’de sonraki bütün fikrî ilerlemenin öncüsünün Roger Bacon olduğunu hatırlarsak, İngiliz düşünme tarzının din ve ilimi aynı anda orta bir yol üzere tutan bu ikiciliğini/dualizmini daha iyi anlarız. Buradaki iki ayrı temelden ilki mistik aydınlanmaya ve dine götüren iç tecrübe, ikincisi hakiki ilme deneysel bilimlere vardıran gözlem olarak ortaya çıkar. Bu düalist yapıda birinin diğerine indirgenmesi yerine denge içinde tutulması vardır. Bu açıdan İngiliz zihniyetinin hakiki ifadesi budur. 72
Benzer durum İslâmiyet içinde söz konusudur. İngilizlerin teorisyeni olan Roger Bacon’un Müslümanların bir talebesi olduğunu, yani onun üzerinde büyük bir tesiri olan İbn Sina’nın fikirlerine bakınca73 onun ilim ve dinî dengede tutan düalizminin/ikiliğin temelinde İslâm felsefesinin etkisi görülebilir. Bu dengeci tutum o kadar önemlidir ki, Kıta Avrupa’sında bir ampirist ateist olurken, İngiltere’de bunun teorisyeni olan John Locke, Tanrı kavramını ahlak nazariyesinin merkezi noktası yapmıştır. Ahlak ilkesinin tesisi için uhrevi yaptırımın ehemmiyetini bir ruhaninin gayretiyle savunmuştur.74
İslâm Felsefesi Açısından Doğu ve Batı Ayrımı
Bir grup veya sıradan bir topluluk, değer üretmesiyle birlikte toplumsallaşır. Bu açıdan değer üretmek toplumların en önemli özelliğidir. Sosyal değerlerin oluşumu beraberinde sosyal normların, kontrol mekanizmalarının ve neticede sosyal bir düzenin oluştuğunun da göstergesidir. Bu noktada değerler iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, onaylanan ve onaylanmayan gibi kategorik ayrımlarla ifade edilir.75 Dolayısıyla Doğu ve Batı kategorik ayrımı birine coğrafi isim, diğerine din ismi diye niteleyerek, birine onaylanan diğerine onaylanmayan diye karşıtlıklar üretmek tutarlı değildir. Bu tipik whigci tarih öğretisinin sosyal hayata yansımasıdır. İngiliz tarihçiliğine Whig dünya görüşünün merkeziyetçiliğini modelleyen tarihçilerden biri Thomas Babington Macaulay'nın Hindistan'daki İngiliz kolonilerinde görevliyken, Avrupalı bilgi ve kültürün Hintlilere kıyasla üstünlüğünü iddia etmiştir. Ona göre Hintliler, ancak İngiliz kültürünü benimserlerse uygarlaşabilirlerdi. Bunun sonucunda yerleşik Hintçe ve Farsça yerine İngilizce eğitim ve yönetim dilini olarak yaygınlaşmıştır. İngiliz kültürel ve politik ilerlemesine ilişkin bu fikirler, tarih yazımında da karşılığını buldu76 Nitekim Müslüman filozofların Doğu ve Batı coğrafyalarında Hakikatin tezahürlerini bütüncül bir şekilde okumalarının temelinde bunların kültürel modeller olduğunu düşünmelerinden kaynaklanır. Böylece Doğu ve Batı şeklindeki tasniften hareketle bilgiyi kategorize ederek, parçalanmış bilinçlerin üretmesine engel olunmaktadır.
Doğu ve Batı coğrafyalarının bütüncül ve yeknesak fikrî, ilmî modeller oluşturduğunu, üstelik bunları bir diğerinden etkilenmeksizin ürettiğini iddia etmek, bunların birini doğru, iyi, onaylanmış, diğerini ise karşıtı olduğunu söylemenin bir anlamı yoktur. “Medeniyetler arası Çatışma” teziyle İslâm ve diğer Doğu medeniyetlerini Batı’nın karşıtı olarak görmek ve varoluşunu “gerekli bir öteki” üzerine kurmak, diğerini ötekileştirmek ve dışlamak tutarlı değildir.
Bu aynı zamanda bilgi ve bunların tutarlı sistematik ve uygulanabilir haline getirilmiş şekilleri olan bilimsel teoriler, içinde yetiştiği fikrî ve içtimaî yapıdan bağımsız olamaz, dolayısıyla bunları bir model ve paradigma olarak görüp, iç tutarlılıklarına bakmak ve aynı niteleme (Doğu/Batı) içinde birbirleriyle yarışan modeller olarak görüp incelemenin gerekliliğini göstermek, demektir. Hatta İslâm felsefesinin kurucu filozofu Farabî’den hareketle bu ayrımın bilginin üretimi ve medeniyete dönüştürülmesinde kategorik bir ayrım olarak da görmek mümkündür. Çünkü O, felsefeyi ezeli/bir hakikatin bir yansıması olarak görüp, “Bereketli hilal”, Maveraünnehir (yani iki nehir Seyhun ve Ceyhun) ve Mezopotamya da denilen (yine iki nehir yani Dicle ve Fırat) arası topraklardan Yunanistan’a ve Batı’ya gittiğini, geliştiğini söyler, ama önemli olan bizim onu eski yurduna geri getirmemizdir, der. Bu anlamda Selçuklu ve Osmanlı devletleri Farabî’ni siyaset felsefesindeki Reisu’l-evvel’in yol ve yöntemini benimseyen liderlerle Doğu ve Batı ayrımını kategorik olduğunu gösteren gelişmelere imza atmışlardır. Osmanlı bu anlamda Diyar-ı Rum’u ele geçirmiş, İstanbul’un fethiyle Doğu ve Batı’nın hükümdarlığını dünyaya ilan etmiştir. Farabî’nin önemi, aslında Doğu ve Batı ayrımının kategorik olduğunu kültürel ve felsefi anlamda İskender daha önce göstermişti. Helenistik kültür, Grek-Latin geleneği, Doğu geleneğiyle birleştirerek yeni bir dünya kültürü oluşmasıdır. İskender lndus üzerine vardığı zaman, şu üç kültürün dinleri - Çin, Hint, klasik- geniş bir Taoizm, Budizm ve Stoacılığın tarihsiz şekilleri haline yoğurulmuşlardı.77
Farabî bu anlamda felsefeyi asli yurdu olan Mezopotamya’ya geri getirmiştir. Meşşaî geleneği İbn Bacce, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd endülüs’tde geliştirerek doğu ve batı kültürünü Tek hakikatin tecellisi bağlamında değerlendirmiştir. Daha sonra coğrafi ve siyasî olarak İngilizler üzerinde güneş batmayan Britanya imparatorluğunu kurmuşlar, günümüzde ise Commonwealht adıyla devam ettirmektedirler. Bu anlamda Türkler ve İngilizler dünyada doğu ve batı ayrımının kategorik ve coğrafi ifadeler olduğunu gösteren iki millettirler.
Bu bağlamda İslâmiyet 610 yılında yeni bir bilgi, bilim ve medeniyet tasavvuru iddiasıyla tarihe müdahale etti. Miladi 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret edilmesini yeni sistemin hareket noktası olarak görüldü ve yeni yıl, yeni başlangıç olarak olarak görüldü. Kadim kültür ve medeniyetlerin( Minos ve Miken kültürlerinin ürünü olan Antik Yunan, Bizans, Mısır ve Babil kültürlerini sentezleyen Helenistik tasavvur, Hind, Sasani/Fars, Çin ve Harran bölgesindeki (Fisagor akımından etkilenen) Sabii kültürleri) verileriyle yüzleşti. Kısa sürede bu kültürlere ait eserleri tercüme edip, onları özümseyen âlimler ortaya çıktı. Bunu anlamak için öncelikle güçlü bir tarih bilgisi ve bunun felsefesini yapmak gerekir.
Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak
Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak dediğimiz tam olarak da bu süreci anlamak ve günümüz felsefi veriler ışığında Türk Tarihî hakkındaki yazılanları okuyarak yeniden özgürlük, adalet ve açık toplum uğruna tikel/tekil-tümel irtibatını kurmaktır. Hareket noktamız, düşünce tarihînde “İkinci öğretici” diye anılan Tarkan sıfatlı Ebu Nasr el-Farabî’nin İlimlerin Sayımı adlı eseridir. Çünkü Farabî felsefeyi aslî yurduna son ilahî mesaj bağlamında yorumlayarak getiren filozoftur.
Ona göre, felsefe Kaldeliler üzerinden Mısır’a, oradan da Antik Yunan’a geçmiştir. İskenderiye hattı üzerinden Musevî ve İsevî gelenek üzerinden Atina ve Ege şehirlerine taşınan felsefeyi Büyük İskender’in Doğu seferiyle birlikte edinilen birimi Helenistik felsefe olarak okuyoruz. Buna bir de Türkistan üzerinden getirdiğimiz Çin, Hind, Sasanî, Sabiî geleneklerinin farkında ve etkisinde olarak oluşturduğumuz Türkistan Müslümanlığı tasavvuru var. Bu noktada asabiyetimizi yani birey, aile ve toplumsal varoluşumuzu, medenî/siyâsî aidiyetimizi İbn Haldun’un sebep/ırk ve nesep/din tasavvurlarını merkeze alarak temellendiriyoruz. 78
Böylece Arap-Fars iktidar çatışmasına meşruiyet arayan felsefî, kelamî müzakereler dışında gelişen “Türk Aklı ve Felsefesinin Teşekkül” sürecini takip ederek, jeo-felsefe yapmayı deniyoruz. Çünkü eğer günümüzün sorunlarına dair çözüm önerilerini çoğaltmak ve alternatif önerilerle zenginleştirmek istiyorsak, Atayurt’tan getirdiğimiz düşünce birikimiyle, “mukaddes yurt” olarak gördüğümüz Anadolu’da bulduğumuz kültürel yapıya dikkat ederek, düşünce-yurtluk ilişkisini yeniden kurmalıyız. Yukarıda belirttiğimiz üzere bunun fıkhî boyutunu Ebu Hanife’ye; kelam ve akaid boyutunu İmam Maturidî’ye; halka taşınması kısmını Ahmet Yesevî’ye yönlendiriyoruz. Teknik/pozitif bilimler kısmının araştırılmasının tarihsel temelinin de Birunî ve yöntemini inceleyip güncellemekle olabileceğini vurguluyoruz. 79 Bunun Türk’çe Düşünmek" yani Türk Aklının işleyiş sürecini inceleyip yeniden yorumlayamakla mümkün olacağını söylüyoruz. Türk’çe’deki ayraç bundan dolayıdır. Türk’çe Düşünmenin ürünü; Türkçe Felsefe ve nihayetinde Türk Felsefesi olacaktır. Böylece Türkçeyi bir bilim ve felsefe dili yapmak öncelikli hedefimizdir.
Çorum İlahiyat Fakültesinde Doğu/ ve Batı karşıtlığı üzerine değil, Türkistan’dan getirilen İslâm tasavvuru ile Diyar-ı Rum diye nitelenen Anadolu’da bulduklarımızı, bunların Selçuklu-Osmanlı döneminde yeniden üretilen yorumlama sürecini anlamaya çalışıyoruz. Bu nedenle Atayurt’tan getirdiğimiz kültürel birikimin Fatih Sultan Mehmet ile bir dünya kültürü haline gelmesini, kırılma noktalarını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin muasır medeniyet seviyesini aşma hedefini tikel/tekil –tümel ilişkisi bağlamında inceliyoruz.80 Bu süreçte incelenen ve hareket noktası olarak seçilen metinlerin önceki kültürel birikimin özümseyip döneminin sorunlarına çözüm üretmek için üretildiğinin farkında olarak şanlı tarih sendromuyla abartılı bir idealleştirmeye girmeden tahlil yapmaya çalışıyoruz.
Bu noktada ısrarla Doğu-Batı ikilemine düşmeden ve gerekli bir öteki konumuna düşmeden “muasır medeniyet” hedefini aşma imkanını müzakere ettiğimizi belirtiyoruz. Dolayısıyla “..kendilerine dönülen eski metinlerde insanın kamusal varoluşunu, bireyselliğini ve toplumla olan yaratıcı ilişkilerini geliştirmesine imkân verecek fikir ve nosyonların tikel olarak mevcut” olduğunu ve Osmanlı’nın özellikle Fatih ile birlikte Doğu-Batı ayrımının kalktığını ve tümel değer haline gelmeye başlamasının önemini vurguluyoruz. 81
Fatih Sultan Mehmet’in Anadolu Türk Birliğini sağlaması, İstanbul’u fethederek Osmanlıyı bir dünya devleti haline getirmesi önemlidir. Farabî’nin siyaset felsefesi bağlamında söyleyecek olursak Osman Beyin kurduğu site devletini orta ölçekli devletten dünya devletine dönüştürendir. Nizamiye medresesinin devamını Fatih külliyesi ile devlet üniversitesini bir dünya markası haline getirmiştir. Nurettin Topçu’nun tespitiyle “Kılıç Arslan82 ve Alparslan ile başlayan Anadolu’nun Türkleşmesi/Müslümanlaşması Fatih’in bize bıraktığı miras Konstantiniye’nin fethedilerek İslâmbol’a çevrilmesinin felsefesini ve Türk Ruhu’nu gençlere iyice anlatmak gerekiyor.”83 Bunu gerçekleştirdiği için Osmanlı Devleti uzun süre Batılılara karşı İslâmiyet’in hamisi oldu.84 Ülkesinde yaşayan bütün insanların temel haklarını korumayı ilke edindi. Çünkü Aliya’nın ifadesiyle söyleyecek olursak, “Haklar doğuştandır, hükümdar, parlamento veya sınıfın iradesi olmayıp, vazgeçilmez olduğunu söylüyoruz. İster doğal hak dersiniz veya isterseniz dinin getirdiği beş temel hak bağlamında alınız, haklar insan haysiyetinin bir yönü olduğu için zaman, şart ve tarih üstü olup yaratılışla birliktedir. 85
Bu İslâm hukukundaki “ismet ademiyetledir” ilkesi yani insanın dokunulmaz hakkının tek dayanağı insan olmaktır. İnsan var olduğu andan itibaren hakları vardır ve dil, cins, ırk, din farkına bakılmaksızın sahiptir. Bu açıdan kişinin siyasî, iktisadî ve hukukî haklarını içeren evrensel bir ilkedir. Recep Şentürk, günümüzde en önemli sorun olarak farklılık yönetiminin ancak “açık medeniyet” ile olacağını bunun da ancak İsmet ademiyetledir ilkesiyle olacağını belirtir.86
Bu anlamda İslâm medeniyeti açık bir medeniyettir çünkü İslâm hukuku insanı dini, cinsiyeti ırkına bakmaksızın evrensel insanı konu olarak alır. Hak ve sorumluluklar insanlar arasında fark gözetmeden herkese aynı şekilde tanımlanır. Bunlar doğuştan getirilmiş olup hayatın dokunulmazlığı (ismetün-nefs/dem), malın dokunulmazlığı, dinin dokunulmazlığı, aklın dokunulmazlığı, Neslin ve onurun dokunulmazlığı, iffetin dokunulmazlığı (ismetu’l-ırz) dır.87 Bu hususları ayrıntılı inceleyen Şentürk, “doğuştan verilmiş haklar olduğu için hiçbir devlet tarafından bu haklar gasp edilemez, başkasına devredilemez. Oysa devletçi yaklaşıma göre insan hakları akitseldir ve iman ile eman ile kazanılan vatandaşlığı hak ve sorumluluklarını temeli olarak görür. Haklar devlet tarafından vatandaşlara verilir. Oysa evrenselci bakış açısına göre bunlar insana doğuşuyla birlikte Allah tarafından verilmiştir ve hiçbir otorite bunu alamaz ve başkasına devredilemez. Hanefi hukuk bunun üzerine kuruludur.” Der.88
İslâm tarihînde evrenselci ve devletçi hukuk tasavvurunu uzlaştıran alimler de vardır. Gazali gibi Şafii, İbn Temyiyme ve İbn Kayyım el Cevziyye gibi Hanbeli, İbn Rüşd, Şatibi ve İbü’l-Aşhur gibi Maliki, Mangniye gibi Cağferi-Şii mezhebine mensup alimler evrenselci Hanefi hukuk paradigmasını paylaşmışlardır.89 Aslında İslâm dünyasında modern dönemde bir açıdan olduğu gibi insan hakları alanında da resmi çabalar olan Tanzimat ve Islahat fermanları ile başlamıştır. 90 Özellikle temel haklar meselesi evrenselci Hanefi insan hakları tasavvuruna göre çözülmaya çalışılmıştır. Tanzimat Fermanı ve Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile ifadesini bulan yeni bir hukuk ve yönetim anlayışının hâkim olma çabalarıdır. Bu aslında geleneğimizdeki sürekliliği göstermesi açısından son derece önemlidir.91
“ Felsefe, din ve bilim topyekün vadesini doldurmak üzere. Anlam arayışı sonsuza kadar gitmez çünkü ufuktaki ekolojik kriz, giderek artan kitle imha silahları tehlikesi ve sıçrama yaratacak nitelikte yeni teknolojilerin ortaya çıkması buna mahal vermeyecek gözüküyor. “ diyen Harari çözüm arayışının yine liberal demokraside olacağını düşünüyor. Çünkü Liberal demokrasi, sorunlu ama insanların modern dünyanın zorluklarıyla başa çıkmak için geliştirdiği şimdiye kadarki en başarılı ve kapsamlı siyasal modeldir.92
Doğu-Batı: Türklerin ve İngilizlerin Tarihsel Rekabetleri
Coğrafi ve siyasî olarak İngilizler üzerinde güneş batmayan Britanya imparatorluğunu kurmuşlar, fikrî olarak düalist bir sistem içinde “Üçüncü Yol”un temsilcileri olmuşlardır. Günümüzde ise Commonwealht adıyla Doğu ve Batı bölgeleri üzerindeki hükümranlıklarını devam ettirmektedirler. Bu metin, işte bu tespitlerden hareketle özellikle Kadim Dünya’yı Doğu ve Batı bölgelerinde oyun kurucu siyasal aktörler olarak sürekli rakip olduklarını vurguluyoruz. 93
Aliya’nın şu satırlarını yeniden okuyunca tespitimizi biraz daha güçlendirdiğimi düşünüyorum. Aliya’ya göre tarih felsefesi açısından Batı’nın tarihî İngiltere’nin ve genel olarak Anglo-Amerikan zihniyetinin sahneye çıkması, Doğu tarihînde İslâm’ın zuhuruna tekabül etmektedir. 0. yüzyılın önemli Alman tarih felsefecisi Oswald Spengler (1880-1936) Batının Çöküşü adlı eserin “Arap Kültürünün Meseleleri: Pisagor, Muhammed, Cromwell” bölümünden hareketle yapar.
Bu noktada Oliver Cromwell (1599-1658) un yaptıklarıyla Hz. Muhamed’in dinî, siyasî ve iktisadî açıdan yeni bir dünya devleti kurması arasında ayrıca araştırılmaya muhtaç olduğunu ve tutarlı bulmadığımı belirtmem gerek. Çünkü Cromwell ile Birleşik İngiliz devletinin, İngiliz Kilisesinin tarihî ve İngiliz imparatorluğunu hâkimiyeti tesis edilmiştir. Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı temelleri onun zamanında atılmıştır denilebilir. 1651 yılında imzaladığı Denizcilik yasası diye de bilinen deniz ulaştırma şartnamesi ingiltere’yi ticarette tekel haline getirdiği gibi Amerika’ya yönelik göçü de tetikleyerek ABD’nun kuruluşuna temel olmuştur.. Endüstri devriminden sonra İngiltere’nin büyük bir emperyal güç olmasının temelinde Cromwell’in politikaları yatmaktadır.
Peki ABD neresinde bu işin derseniz? ABD’nin temelde İngilizlerin politikasının dışına çıkmayacağının tarihsel temelini Cromwell ile birlikte atıldığını düşünüyorum. 94
Çünkü Ürdün, Yemen, Kırgizistan deneyimlerim İngiltere’nin oyun kurucu rolünü devam ettirdiği, ABD’nin de onun yancısı konumunda olduğunu malumdur. Özellikle Brexit çıkışıyla iyice pekiştiği konusunda ısrarlıyım. Hem Atayurt hem de Yemen’deki deneyimlerim pratik alanda Rusya’nın etkisini gittikçe artırdığı yönünde.
Tabii burada Emir Timur’un Altın Orda devletini yıkmakla, bir beylik düzeyinde olan Rusya’nın önce bölgesel, sonra da küresel bir güç olmasındaki y yerini ayrıca müzakereye açmak gerekir. Diğer oyun kurucu millet ise Sasani geleneğini önemli oranda devşirip her dönem yeni okumalarla besleyen Farslardır. İranlılar demediğime lütfen dikkat buyurunuz, çünkü İran Türkistan’ı yakın döneme kadar Türkler tarafından yönetildi ve hala da İran devletinin üst kademesinde Türkler bulunuyor. Biz de Selçuklu devletinin başbakanı Nizamülmülk ile bu geleneği önemli oranda devşirdik. Yani bölgede fiilen Türkler, Persler ve Ruslar oyun kurucudur tarihsel olarak. Çin’in bir dünya gücü olduğunu ve Orhun abidelerinden hareketle bilge yönetici Tonyukuk’un ferasetiyle Türklerin Çinlilerle karışmasının önüne geçildiğini ve o günden itibaren daima rakip olduğumuz gerçektir.
Görüldüğü üzere Doğu ve Batı ayrımı eko-politik bir kategorilendirme olup, Rusya ve İngiltere’nin dünyadaki hesaplaşmalarında “Batı”ya zihniyetler vurgulamak gerekir. Çünkü Fernand Braudel’in ifadesiyle “Kültürel çizgilerin ortaklığının egemen olduğu bir mekân olan kültürel alanlar, “grubun bazı ortak çizgileri itibari ile daha geniş bütünlerin içinde bir araya gelmektedir ve bu grup, bu çizgiler nedeniyle diğer bütünlerden farklılaşmaktadır. Sözgelimi Amerikan, Alman, İngiliz, Rus medeniyetleri en geniş seviyesiyle Batı medeniyetine dâhildirler. Arap, Osmanlı, Selçuklu gibi medeniyetlerin, İslâm medeniyeti çatısı altında oldukları gibi. Medeniyetler kültürel unsurları mübadele yolları ile ithal ve ihraç ederler.” 95
Metnin girişinde Samuel Huntington (1927-2008) Batı için bir strateji olması için sunduğu “Medeniyetler Çatışması” teziyle Braudel’in medeniyetin kültürel bir varlıktır fikrini hatırlatır. Artık Medeniyet, bir grubu farklı kılan dil, din, gelenek, milliyet vs. bütünleştirici ögeler topluluğu olan kültürün en yüksek formudur. İki Avrupalının aynı cemiyette farklı kimlikler benimsemeleri, çeşitli alt kültürleri bünyesinde ihtiva eden medeniyetleri parçalayıcı özellikte değildir. Bilakis bir alt-medeniyet mefhumu da gündeme gelir. Ancak aynı Avrupalı iki şahsın Arap veya Çin toplumları yahut kültürleri karşısında benimsedikleri kimlikleri birdir. Bu çerçevede Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hindu, Sinik, Budist, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika medeniyetinden bahsedilebilir, ki bunların en belirgin unsurudur dindir.96
Kapitalist-sosyalist ve/ya Kuzey-Güney ayrımları neticede o dönemlerde dünyanın yönetilmesi için gerekli bir öteki sağlayan tasniflerdir. Rakipler ama düşmanlıkları sözde kaldığı, buradan beslendikleri gerçek. Aynı durumu Çin’in ekonomik gücünü Batı ülkelerinde özellikle ABD yerini ekonomistlerin metinlerinde okuyunca rakipler ama düşman mı diye son gelişmeler ışığında yeniden düşünmek gerekir.
Bölgemizde Perslerin tarihsel işlevine bakınca, Batı’nın ekonomi-politik yani Haçlı savaşlarına karşı verilen tarihsel mücadeleleri hatırlamak gerekir. Türkler İznik’i ele geçirince Oğuz Kaan’ın sürekli Batıya yönelme, Peygamberimizin kadim dünyanın ekonomi politik merkezi olan Konstantinopolis’i hedeflemesinin gerçekleşmesine kısa süre kaldığında Haçlı seferlerinin başladığını, bunlara karşı mücadele verenlerin kimler olduğunu yeniden okumak gerekir.
O zamanda “din kılıfıyla meşruiyeti sağlanan ekonomi-politik seferlerine karşı kimler mücadele etmiştir?” diye sorulduğunda tarihte Selçuklu, Osmanlı Memlüklü Devletleri karşınıza çıkmaktadır. Sonuncusu Mısır merkezli ama ed-Devletü’t-Türkiye ismini kullanan siyasal yapı; bir Kıpçak Türkü olan Sultan Baybars’ın memleketi. Dönemin küresel deniz gücü olma yönünde gelişmeler gösteren Portekiz ve İspanyolların Yemen üzerinde Mısır ve Arabistan’a oradan da Anadolu’ya yönelme stratejilerini iyi okuyan ve Osmanlı Türkleriyle ortak hareket projesi geliştirmeye çalışan liderdi.
Orta Doğu’da kısa bir süre çalışan biri bile bilir ki “Mısır ’sız savaş, Suriye ’siz barış olmaz.” Pers, Çin, Rusya etkisini hesap etmeden “Suriye’de şunu yaparım bunu yaparım!” demenin ne anlama geldiği acı bir şekilde öğrenildi. Şimdi ABD ve İngiltere, tabii İran ve Suriye’de Fransız etkisini de ilaveten hatırlarsak Bölge’deki Batı etkisi iyice ortaya çıkar. Almanya’nın da AB üzerindeki etkisi ve bölgeyle doğrudan ilgilendiği de ortada, I. Dünya savaşında itibaren Türkiye üzerindeki konumu da belli. Araplar mı dediniz? Onların vekâlet savaşlarını yapan birimler olma dışında bir işlevi olmadığı görülmektedir. En son Akdeniz ve Libya’da mücadelede görülmekte ve Türkiye’nin etkinliğinden en çok rahatsız olanların Araplar olduğu görülmektedir.
SONUÇ:
Türk-İslam dünyasının sömürgeleştirme çabalarına direnen ve bu anlamda Hz. Muhammed’in Dini ve Siyasi Islahatcı Liderliğini kadim dünyada hayata geçiren Türklerdir. Türkler, Türkistan/Atayurtlardan sürekli Batı’ya doğru dönemin medeniyet mihveri olan İpek Yolu’nun hatlarını takip ederek göç etmişler, fethettikleri yerleri yurtlandırmışlardır.
Türklerin Batı Hun imparatorluğu ile Kuzey Avrupa, günümüz İngiltere, Fransa ve İskoçya’ya kadar uzandığını, o dönem güneyinde Batı Roma İmparatorluğu, Anadolu’da Doğu Roma İmparatorluğu (M.Ö. 174/M.S. 450-550) bulunuyordu. Türkler Osmanlı Devletiyle 1453 yılında Doğu Roma’nın başkentini ele geçirip “İstanbul” diye isimlendirmesiyle Büyük İskender’den sonra siyasi ve kültürel olarak ikinci kez İslam düşüncesi üst başlığı altında Doğu-Batı yeni bir form kazandı. Osmanlı, Türkistan’dan bir toplumsallaşma süreci olarak gördüğümüz göç sürecince getirdiği birikimini, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu’nun hazırladığı ortamı devam ettirenrek Doğu ve Batı coğrafyalarını siyasi ve kültürel açıdan birleştirmiş ve bir dünya kültürü haline getirmiştir.
Bu bağlamda Tuğrul Bey, Sultan Alparslan, Osman Bey, Yavuz Sultan Selim, Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk’ün deneyimlerini, bin yılı aşan zaman dilimini bütüncül bir okumaya tabii tutunca, yüzyılların birbirinden ayırdığı tecrübeleri bir araya getirip, kıyaslayıp Türk Medeniyetinin simge isimleri olduğunu görüyürouz.
Bunun felsefi izahını Ebû Nasr Muhammed bin Muhammed bin Tarhan bin Uzluğ el-Fârâbî et-Türkî (ö.950)’nin yaptığını, önceki kadim kültürlerin sentezi durumunda olan yani bir nevi Doğu-Batı ayrımının salt coğrafi olduğunu gösteren Helenistik felsefeyi yeniden yorumlayarak asli yurduna geri getirdiğini söylüyoruz.
Bu anlamda Farabi’nin bir sistem felsefesi kurarak dil, düşünce ve mantık kurgusuyla temelini atmış, Tanrı-evren ilişkisinin nasıl olduğunu teorik temellerini talimi/pozitif ilimler, Tanrı-evren ve insan ilişkisinin niçin kurulduğunu felsefe/ilahiyat bağlamında açıkladığını, bunların hayata geçirilmesini erdemli toplum ile mümkün olacağını vurgulamasını önemsiyoruz.
Özetle Farabi’nin etik-politik bir sistem olarak İslam siyaset felsefesinin temellerini attığını, Yusuf Hâs Hâcib’in Kutadgu Bilig, (1069) Edip Ahmet Yükneki’nin Atabetü’l-Hakayık (12.yy), Ahmed Yesevi’nin Divan (13.yy) ile genel kültür haline getirildiğini belirtiyoruz. Bu noktada Dede Korkut ve Kitabı, İslam öncesi ve sonrası geleneğin yani Ezel-i Hikmetin (Perennial Philosophy) asli damarının sürekliliğini ve halka şifahi kültür ile nasıl ulaştırıldığının göstergesi olduğunu düşünüyoruz. Kâşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lugâti't-Türk (1072) adlı eserinin ise yeni İslam kültürüne olan hâkimiyetin dilsel bağlamda bütün dünyaya ilana dair kadim metin olarak görüyoruz.
Bu metinler “Türk’çe Düşünme”nin yani Türk Aklının ürettiği Türkçe Felsefenin ve Türk Felsefesinin kurucu metinleri olarak değerlendirilmektedir. Türk Medeniyetinin de bunlar üzerine kurulduğu için dünyanın en köklü ve kadim sistemlerinden olduğunu iddia ediyoruz.
1 Yuval Noah Harari, 21.Yüzyıl İçin 21 Ders, çev Selin Siral, (İstanbul: Kolektif Kitap Yayınevi 2018), 99
2 Huntington, hangi medeniyete ait oldukları hususunda tereddütlü gözüken ve sorunlar yaşayan ülkeleri de “parçalanmış/bölünük ülke” (torn country) olarak nitelemekte ve bu nitelikleri haiz olduğunu düşündüğü Rusya, Türkiye ve Meksika’nın isimlerini zikretmekteydi. Alt-medeniyetlerden de oluşabilen medeniyetler arasında,
Huntington’un fikrince, belli bir toprağı/ülkeyi ele geçirmek, ekonomi ve askerî üstünlüğe kavuşmak için gerek mikro (komşu gruplar), gerekse de makro (devletler) düzeyde “fay hatları” boyunca mücadeleler baş gösterecektir. Bu arada, Huntington, makalesinde yukarıda ismi geçen medeniyetlerden her nedense en çok İslam (kısmen
Çin) üzerinden olumsuz örnekler vermektedir. Onun bir diğer tanımı da, Batı ve diğerleri (West/Rest) ayrımıdır ki asıl mücadelenin de bunlar arasında cereyan edeceği öngörülmektedir. Batılı ülkelere diğer medeniyetlerin askerî kapasitelerini kontrol etmeyi, onlar arasında özellikle İslam ve Konfüçyüs medeniyetleri arasındaki farklılık
ve çatışma noktalarını kullanmayı, Batı değerlerini Batı-dışı medeniyetlere kabul ettirmeyi savunur. Samuel P Huntington. Medeniyetler Çatışması, çev. M. Çalık, der. Murat Yılmaz, Vadi yay. Ankara 1995, 17 vd, Vugar Imanov, “Rusya’nın Medeniyetsel Kimlik İnşası Olarak Avrasyacılık”, Marmara Üniversitesi SBE Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 2007, 11-21, Mevlüt Uyanık, (2011) Arap Dünyasında Dönüşümler: Yemen, Kamu’da Sosyal Politika Dergisi, yıl 5, sayı.18, 2011/3, Ankara 21011, ss. 28-42; a.mlf, Arap Baharının Mezhepçilik ve Kabilecilik Bağlamında Analizi, Eski ve Yeni Dergisi, sayı:25/2012, s. 84-93, 2015:319-343, Murat Aktaş, Aktaş, Avrupa’da Yükselen İslâmfobia ve Medeniyetler Çatışması Tezi, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi Cilt:13, No:1/ 2014, s. 33Dünya Bülteni Araştırma Masası, İslâmofobi ve Avrupa’da İslâm Algısı, Dübam yayınevi, İstanbul 2015,s. 13-14.
3 Edward Said, Kültür ve Emperyalizm, Çev: Nemciye Alpay – Adıyaman, (Hil Yayınları 2004), a.mlf, Oryantalizm, Çev Nezih Uzel, (İstanbul: İrfan Yayınları 11988), Erkan Dikici, “Doğu-Batı Ayrımı Ekseninde Oryantalizm ve Emperyalizm”, Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, 3/2 (Karabük:2014), 46 vd.
ABD başkanı Trump, “Biz Suriye’deki petrölü aldık, bırakın diğerleri savaşsın, sınırları korusunlar” ifadesi bunun güncel örneğidir. (Erişim: 02 Kasım 2019) https://www.siyasetcafe.com/trumptan-sinir-bozucu-suriye-aciklamasi-biz-petrolu-aldik-onlar-savassin-58117h.htm?fbclid=IwAR3VtHkL7DrdAagz15orf6mTbC94OZ8Ygr26nz3BpR6Snwx7nLAUQwsLAbE.
5 Mevlüt Uyanık, “İslâm Dünyasında Bilgi ve Bilim Tasavvurunun Yeniden İnşası: -Fuat Sezgin Merkezli Bir İnceleme-“ İslâm Bilim Tarihî ve Felsefesi, Divan yay, İstanbul 2019, s.331-366, a.mlf, “Çağdaş İslâm Düşüncesi Bağlamında Varoluşsal Arayışlar Olarak “Bilginin İslâmileştirilmesi” ve “İslâmi Bilim” Projeleri”, Bilim Tarihî ve Felsefesi Tarih ve Problemler, Ömer Bozkur (Ed.), Mardin Artuklu Üniversitesi Yayınları, 2018, 159-194.a.mlf, “İslâm Felsefesi Tarihî ve İlim Tasnifleri” İbn Haldun Üniversitesi tarafından İstanbul’a 20-21 Aralık 2019 tarihlerinde düzenlenen “Uluslararası İslâm’da Medeniyet Bilimleri Tarihî Sempozyumu” na sunulan bildiri.
6 Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa (İstanbul: İletişim Yayınevi 2018), 102, 109-112.
7 Meriç, Ümrandan Uygarlığa, 99-100, Imanov, “Rusya’nın Medeniyetsel Kimlik İnşası Olarak Avrasyacılık”, 17, İbn Haldun’dan esinlenmesi hk, Kadir Özsöz, “Medeniyet Süreci: Semantik Öykü” http://akademyadergisi.com/medeniyet-sureci-semantik-oyku/, (Erişim: 4 Mayıs 2018
8 Aliya İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, çev Salih Şaban, (İstanbul: Klasik Yayınevi 2011), 87, Kadir Özsöz, “Medeniyet Süreci: Semantik Öykü” http://akademyadergisi.com/medeniyet-sureci-semantik-oyku/, (Erişim: 4 Mayıs 2018.
9 Ziya Gökalp, Hars ve Medeniyet. Yeni Mecmua (60), 142, 162’den alıntılayan Kadir Özsöz, “Medeniyet Süreci: Semantik Öykü” http://akademyadergisi.com/medeniyet-sureci-semantik-oyku/, (Erişim: 4 Mayıs 2018
10 Meriç, Ümrandan Uygarlığa, 86, krş Imanov, “Rusya’nın Medeniyetsel Kimlik İnşası Olarak Avrasyacılık”, 13-14
11 Kadir Özsöz, “Medeniyet Süreci: Semantik Öykü” http://akademyadergisi.com/medeniyet-sureci-semantik-oyku/, (Erişim: 4 Mayıs 2018
12 Ebû Zeyd Veliyüddîn Abdurrahmân İbn Haldun, ‘d.1332)’, Mukaddime, c. I, II, III, çev.: Zakir Kadiri Ugan, Milli Eğitim Bakanlığı Yay., İstanbul 1990c. I, s. 291, 292; Muhsin Mehdi, “İbn Haldun I”, Klasik İslam Filozofları ve Düşünceleri içinde, çev.: Mustafa Armağan, (İstanbul: İnsan Yayınevi 1997), 394, Mevlüt Uyanık, Felsefi Düşünceye Çağrı, (Ankara: Elis Yayınevi 2012), 139; Türk-İslam Medeniyetinin Yeniden Dirilmesin Anahtar Kavramları: Din Ve Mille(t), Ibn Haldun Üniversitesi’nin Düzenlediği Medeniyetler Şurası’, 2017(20-22 Ekim 2017, http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/guncel-yazilar3/2745-turk-islam-medeniyetinin-yeniden-dirilmesinin-anahtar-kavramlari-din-ve-mille-t, Türk Dünyasının Birlikteliğini Sağlamada Dinî Değerlerin Yeri” Türk Birliğinin Mümkün Yolları, editör: M. N. PARMAKSIZ-A. N. Ünalmış, (Ankara: Akçağ Yayınları 2019), 261-272
Aygun Akyol, “İbn Haldun’un İlim Anlayışında Felsefe ve Tarih Tasavvuru”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (10), 20, 2011/2, 47.
13 M.G.S.Hodgson, İslâm’ın Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih, Iv.Kitaba Önsöz, çev. M. Karabaşoğlu, yay.hz.M.Karabaşoğlu, İz yay.istanbul.1993, c.2, s.414.
14 Edward W.Said, Oryantalizm (Doğubilim) Sömürgeciliğin Keşif Kolu, çev. N.Uzel. İrfan yay. İstanbul.1998, s.111, 236,271.
15 Said, Oryantalizm, 277-278.
16 Mevlüt Uyanık, Kur’an’ın Tarihsel ve Evrensel Okunuşu, Fecr. Yay. Ankara. 2012,.13, Said, Oryantalizm 12-13,17-19
17 Said, Oryantalizm, Önsöz.8-9; 12, 65; Gökhan Murteza John Lock’da Sömürgecilik ve Mülkiyet İlişkisi, Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi, Sayı 21, Mart 2012, s. 376
18 Said, Oryantalizm, 26
19 Said, Oryantalizm, 17-19, 101,365
20 N.Filiz İrge, “Gelişmiş Kapitalizm Eşliğinde Yeni Sömürgecilik”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (6/1) 2005, 59-60.
21 Said, Oryantalizm, 8-9; 12,33
22 Ahmet Kabaklı, Kültür Emperyalizmi, Manevi Sömürgecilik. (İstanbul: Toker Yayınevi 1971), 9-15, Mevlüt Uyanık, “Küreselleşme Olgusu ve İpek Yolu Medeniyetinin Yeniden Dirilişi, Oş Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (18-19) 2013,104-131; Murteza agm, 371-372,375.
23 İrge, Gelişmiş Kapitalizm 59 vd, Uyanık, Küreselleşme Olgusu, 104-131
24 Imanov, “Rusya’nın Medeniyetsel Kimlik İnşası Olarak Avrasyacılık”, viii, 1,8 vd, M. Bürkan Serbest, “Tarihsel Süreçte Rus Avrasyacılığı: Klasik Avrasyacılıktan Neo-Avrasyacılığa”, Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi, (6/3) 2017, 286 vd
25 Rudolp Peters, İslâm ve Sömürgecilik, (İstanbul: Nehir yayınevi 1989), 22-26
26 Peters, İslâm ve Sömürgecilik, 86-141, 243, 255
27 Remi Clignet, Sömüren ve Sömürülen ilişkilerinin Çıkmazları, Sömürgecilik ve Eğitim (edit:Philip G.Altbach, Gail P.Kelly, çev. İbrahim Kalın, İnsan yay. 1991, s.128,131, 135
28 Mevlüt Uyanık, “Arap Baharının Mezhepçilik ve Kabilecilik Bağlamında Analizi”, Eski ve Yeni Dergisi, (25/2012), 84-93, a.mlf, “Arap Dünyasında Dönüşümler: Yemen”, Kamu’da Sosyal Politika Dergisi, (5/18), 2011/3, Memur Sen Yayınevi, 28-42
29 İbn Bacce, Tedbiru’l-Mütevahhid: Bireysel Yönetim Okumaları, telif ve tercüme, Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol, (Ankara: Elis yayınevi 2017), Önsöz, 7-13, a.mlf, Milli Birlik ve Toplumsal Barışın Tesisinde Din ve Felsefesin Rolü -Yeni Bir Din Dili Oluşturmanın Gerekliliği Üzerine’, Milli Birlik ve Beraberlik Sempozyumu, İlesam Dergisi, 2/8, (Ankara: 2017), 38-52, http://www.maturidiyeseviotagi.com/turk-dunyasinin-birligi-turk-medeniyetinin-yeniden-dirilmesinde-dinin-islevi/ (Erişim: 11 Aralık 2017), a.mlf, Türkiye’nin Son 15 Yılında Siyasal ve Sosyal Kimlik Teşekkülü Süreci Analizi: Muhafazakâr Demokrat, “Müslüman Demokrat” ve “Dindar Demokrat” Tasavvurları -Yeni Bir Din Oluşturmanın Gerekliliği”, Hukuka Felsefi ve Sosyolojik Bakışlar Dergisi, (İstanbul: İstanbul Barosu yayınları, 2019), 28. Kitap, 379-403.
30 Bu parodoksu T.S. Eliot’un şu şiiri ile anlatabiliriz. “Ama nasıl açıklayabilirim, sana nasıl açıklayabilirim?/Açıkladıktan sonra daha az anlayacaksın./Sana anlatabilmeyiu mduğum tek şey,/Yalnızca olaylardır: ne olup bittiği değil./ Ve kendisine asla hiçbir şey olmamış olan halk,/Olayların önemsizliğini anlayamaz.” Bkz. Christopher Hill, İngiltere’de Devrim Çağı 1603-1714, çev. Uygur Kocabaşoğlu, (İstanbul: İletişim Yayınevi 2016), 13, a.mlf, Dünya Altüst Oldu: İngiliz Devrimi’nde Radikal Düşünceler, çev Uygur Kocabaşoğlu (İstanbul: İletişim Yayınevi 2013), 19-22.
31 Meriç, Bu Ülke, 22
32 Meriç, Bu Ülke, 22,45, 51,232
33 Meriç, Bu Ülke, 47, a.mlf, Ümrandan Uygarlığa, (İstanbul: İletişim Yayınevi 2017),70
34 Cemil Meriç, Bu Ülke, (İstanbul: İletişim Yayınevi 2018), 19,56
35 Meriç, Bu Ülke, 185-186.
36 Aliya İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, çev Salih Şaban, (İstanbul: Klasik Yayınevi 2011), 249.
37 Hukuk ve felsefe tahsili yapan Aliya’nın Spinoza üzerinden yeni materyalist felsefenin takip edilebileceğini belirtmesi ayrıntılı araştırılmaya muhtaçtır. İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 250-253.
38 Matta12/47-79, KK, 9/Tevbe/10) Ayetin mealine bakıldığı zaman manevi cemaat ne kast edildiği biraz netleşebilir: Bir mü’min hakkında ne akrabalık (bağlarını), ne de antlaşma (yükümlülüğünü) gözetirler. İşte onlar taşkınlık yapanların ta kendileridir.” İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm,261.
39 42/Şura/39, 2/Bakara16, 22/Hac/39; 60/Mümtehine/2,8-9, İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 262-264, 303.
40 Fazlur Rahman, İslam, 30, Cemil Meriç, Bu Ülke, (İstanbul: İletişim Yayınevi 2018), 172-173, Mevlüt Uyanık, “ Erdemli, Adil Bir Yönetim Arayışı: Nomokrasi”
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3243/erdemli-adil-bir-yonetim-arayisi-nomokrasi.html?fbclid=IwAR0J1q0NyPg8I5rFQyiAIpiAi8QPKJnMWt_UnnySZWqSS1ugg3Z3PSlIXG0 24 Temmuz 2019 Çarşamba
41 Aliya İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, çev.:Salih Şaban, (İstanbul: Klasik yayınevi 2011), 339.
42 Oswald Spengler, Batının Çöküşü, (The Decline of the West) Çev Giovanni Scognamillo-Nuray (İstanbul: Dergah Yayınevi 1997), Gregory Morgan Swer, “Timely Meditations?: Oswald Spengler’s Philosophy of History Reconsidered”, Prolegomena 17 (2) 2018: 137–154, Dönemin din, büyü ve bilim içiçeliği için bkz. Hill, Dünya Altüst Oldu, 98 vd.
43 Imanov, “Rusya’nın Medeniyetsel Kimlik İnşası Olarak Avrasyacılık”, 11-12, 35, M. Fatih Karakaya, “Bütünleşmiş Kültürün Toplumsal Dinamikleri: Sorokin’in Uygarlık(lar) Okuması”, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Dergisi, (İstanbul: İÜ Yayınevi 2018), 38(2), 383-293.
44 “Slavofilizm” terimi, etimolojik olarak “Slavseverlik” anlamına gelmesine karşın, Rus düşünce tarihinde “Batıcılık” akımı karşıtı soylu sınıfa mensup bir grup fikir adamının bakış açısıyla 1830’ların sonundan itibaren daha dar bir çerçevede formüle edilmiştir. Onların bakış açısıyla “Slavofilizm”, diğer Slav kardeşlerle olan dayanışma hislerinden ziyade eski Rusya’nın toplumsal-kültürel hayatındaki doğal ve temel Slav unsurların ortaya çıkarılmasını ifade etmektedir. Kavramı doğrudan etimolojik anlamıyla 1840’lar boyunca yalnızca Aleksey Homyakov kullanmıştır. Ancak, Kırım Savaşı’yla birlikte Rus olmayan Slavlar da Slavoflizm düşüncesinde rol oynamaya başlamışlardır”Serbest, Tarihsel Süreçte Rus Avrasyacılığı, 291
45 Meriç, Ümrandan Uygarlığa, 100, https://tr.public-welfare.com/4025165-nikolay-danilevsky-biography-main-ideas-of-the-theory-creative-activity-scientific-works, Imanov, “Rusya’nın Medeniyetsel Kimlik İnşası Olarak Avrasyacılık”, 16-17, 35-36.
46Evet, “her kültürün kendine has düşünce tarzı, sanatı, felsefesi vardır… Çünkü Ona göre, her kültür bir ruhtur. O kültüre mensup olmayan kimsenin, mezkûr ruhu tam olarak anlaması olağan değildir. “Bir değil birçok kültürler vardır dünyada. Değerce birbirine eşit kültürler. Her büyük kültür tektir ve her alanda kendi dilini konuşur. Başka kültürlerin anlayamayacağı bir dil. Cihanşümul bir felsefeden söz edilemez. Bütün büyük kültürlerin aynı şekilde kabul ettiği, aynı tarzda anladığı, aynı yönde yorumladığı hiçbir mana veya değer yoktur. Hiçbir kültür, bütünüyle iktibas edilemez. Bir kültürün unsurları başka bir kültür için ancak malzeme olarak kullanılabilir. Yaşayan her kültür yabancı kültürlere kapalıdır. Yalnız kendi kendini anlayabilir, yalnız kendi insanları tarafından anlaşılabilir.” [18] “…Elbette ki biz Mısır veya Hint ruhunu, adetler, ilahlar, kelime kökleri, fikir, yapı ve hareketlerde tezahür ettiği şekilde, ancak pek çok eksik bir şekilde anlayabiliriz”. Meriç, Ümrandan Uygarlığa, 110, O. Spengler, Batının Çöküşü (Cilt 1), Trc. G. Scognamillo, Dergâh Yayınları, İstanbul 1978, 136 ve A. Sorokin, & A. J. Toynbee, (1965). “Sosyal Değişim Üzerine Denemeler”, Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 3’den alıntılayan Kadir Özsöz, “Medeniyet Süreci: Semantik Öykü” http://akademyadergisi.com/medeniyet-sureci-semantik-oyku/, (Erişim: 4 Mayıs 2018
47 Meriç, Ümrandan Uygarlığa, 101-102, 108.
48 Hill, Dünya Altüst Oldu, 109.
49 Bununla birlikte şu soruları araştırmak o dönemi anlamak için son derece önemlidir. “Kral neden zorbalaşmıştı? Parlamentoda temsil edilen toprak sahibi ve ticaretle uğraşan sınıflar. neden özgürlükleri için savaşmak zorunda kalmışlardı? 1640 yıllı yıllardaki parlamentocuların büyükbabaları on altıncı yüzyılda, Tudorlar yönetiminde monarşinin en güvenilir destekleyicileriydi. Fikirlerinin değişmesine yol açan ne olmuştu? Parlamento, VII. Henry, VIII. Henry ve Elizabeth'in ülkeyi aşırı güçlü uyrukların, özel ordulara sahip feodal kralların baskılarına ve yarattığı kargaşalığa karşı koruma çabalarını desteklemiş ve İngiltere
ticaret için güvenli hale getirilmişti. Parlamento, VII. Henry ve Elizabeth'i, uluslararası Katolik Kilisesi'ne karşı verdikleri ve zaferle sonuçlanan mücadelede de desteklemişti; Para artik lngiltere’den Roma'ya gitmiyordu. İngiliz politikası artık yabancı bir gücün çıkarları tarafından yöneltilmiyordu. Son olarak, parlamento, papalığın siyasal bağlaşığı İspanyol İmparatorluğu’na karşı direnişinde Kraliçe Elizabeth'i destekledi.” Christopher Hill, 1640 İngiliz Devrimi, çeviren: Neyir Kalaycıoğlu, (İstanbul Kaynak Yayınları 2 Baskı), 13-15.
50 Azmi Özcan, “İngiltere”, TDV İslâm Ansiklopedisi, (İstanbul: İsam 2000), 22/ 296-299. https://İslâmansiklopedisi.org.tr/ingiltere#1, Chrıstopher Hill İngiltere’de Devrim Çağı 1603-1714, çev. Uygur Kocabaşoğlu, (İstanbul: İletişim Yayınevi 2016), 13 vd, a.mlf, Dünya Altüst Oldu, 17, Kadir Caner Doğan - Suat Hayri Şentürk, “ İngiltere’de On Yedinci Yüzyıl Devrimler Çağı Ve Parlamentarizmin Gelişimi Doğrultusunda Bütçe Hakkı”, Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Dergisi, 7/14, (Aralık 2017), 358 vd, file:///C:/Users/hp/Downloads/INGILTERE_DE_ON_YEDINCI_YUZYIL_DEVRIMLER.pdf
David S. Kidder, Noah D. Oppenheim, Entelektüelin Kutsal Kitabı, Maya Kitap, 2013, https://www.beyaztarih.com/ansiklopedi/oliver-cromwell, http://www.serenti.org/1648-ingiliz-devrimi-ve-oliver-cromwell/ (Erişim 27 Eylül 2016)
51 Burada “Dini Atama Anlaşmazlığı” yani Papa’nın imparator ile yaşadığı, 1077’de Canossa’ya gidilmesiyle zirveye ulaşan karşıtlık kastedilmektedir. Burada Batı’nın her iki evrensel gücü arasında egemen olma ya da boyun eğme görünümlerinin bir araya geldiği bir ilişki söz konusu olmuştur . Bu anlaşmazlık Kutsal Roma İmparatorluğu ve böylece bünyesindeki Alman devletler için oldukça şiddetli ve yoğun bir boyut kazanmıştır. Canossa’nın bize anlatabileceği şey, her toplumun, tarihînin belirli bir döneminde, dini ve siyasî güç arasında kendine göre bir çözüm bulmak zorunda olduğudur. Pierre Monnet, “Canossa, 1077, Devlet Ve Kilise: Batı Avrupa Siyasî Düşünüşünde Bir Dönüm Noktası” http://politeknik.de/canossa-1077-devlet-ve-kilise-bati-avrupa-duesuenuesuende-bir-doenuem-noktasi-prof-dr-pierre-monnet/, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/184393, Sayime Durmaz, “Yüksek Ortaçağ’da Papa‐İmparator Çatışması: Kılıç ile Âsâ’nın Savaşı”, Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1(2010):93‐120.
52 Hill, 1640 İngiliz Devrimi, 26
53 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 350-351
54 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 357.
55 Pierre Monnet, Bir Dönüm Noktası http://politeknik.de/canossa-1077-devlet-ve-kilise-bati-avrupa-duesuenuesuende-bir-doenuem-noktasi-prof-dr-pierre-monnet/
56 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm,341.
57 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 40-342
58 Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, (İstanbul: İletişim Yayınevi 2016), 13-14.
59 Fazlur Rahman,” İslam ve Siyasi Aksiyon: Siyaset Dinin Hizmetinde”, İslam’da Siyaset Düşüncesi, derleyen ve çeviren Kazım Güleçyüz,(İstanbul: İnsan Yayınevi 1995), 7-8.
60 Fazlur Rahman, İslam, 30.
61 Mevlüt Uyanık, “İslâm Felsefesi Tarihî ve İlim Tasnifleri” İbn Haldun Üniversitesi tarafından İstanbul’a 20-21 Aralık 2019 tarihlerinde düzenlenen “Uluslararası İslâm’da Medeniyet Bilimleri Tarihî Sempozyumu”na sunulan bildiri.
62 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 350-357.
63 Oswald Spengler, Batının Çöküşü, (The Decline of the West) Çev Giovanni Scognamillo-Nuray (İstanbul: Dergah Yayınevi 1997), 429 vd. burayı önemine binaen aynen alıntılamak istiyorum: “Pisagor, Muhammed ve Cormwell'in üç ayrı kültürdeki tek ve aynı vücut halinde toplanmasını görebilmek için önce koordine edilmemiş çalışmalarla tarihî çevreleyen parmaklıkları yıkmamız gerekir.
Pisagor bir filozof değildi. Sokrat öncesi taraftarların sözlerine göre o bir aziz, bir peygamber ve kendi doğrularını çevresindeki insanlara her politik ve askeri vasıtasıyla zorla kabul ettirmek isteyen koyu dindar bir toplumun kurucusuydu. Sybaris'in Croton tarafından yok edilmesi emin olabiliriz ki sadece şiddetli bir dinsel savaşın düğüm noktası olduğu için tarihî hafızada kalabilen bir olay 1. Charles ve "Şen Atlıları”nda gördüğümüz aynı nefretin parlaması, sadece bir doktrin hatası değil, fakat aynı zamanda kökünden yaprağına kadar kurutulması gereken bir dünyevilikti.
Saf hale getirilmiş, kavramsal olarak sağlamlaştırılmış, şiddetli ahlaki kurallarla birleşmiş bir efsane, Pisagoryenleri herkesten önce onların özgürlüğe kavuşacakları kanısına vardırmıştı. Kur'an da inançsızlara karşı yapılan kutsal savaşa katılan inanç sahiplerine aynı güvenliği veriyordu. Cromwell'in İronside'ları, ''Filistinlileri" ve Amalikitesteri Marston Moar ve Naseby'ye dağıttıkları zaman onların içini aynı duygu kaplamıştı. Zwingli'nin itikadı özellikle yüksek dağların bir dini olmadığı gibi Müslümanlık da artık özellikle bir çöl dini değildi. Magian dünyanın yeteri kadar olgun olduğu püriten hareketinin bir monofizit veya bir Yahudi’den değil de bir Mekkeli' den devam etmesi bir rastlantıdan başka bir şey değildir.
Müslümanlık en fazla ancak Luteranizm'in olduğu kadar yeni bir dindir. Gerçekte eski büyük dinlerin bir uzatmasıydı. Aynı şekilde yayılması da (Şia' da düşünüldüğü gibi) Arap yarımadasından başlayan bir "halk göçü" değil, fakat bir çığ gibi kendisiyle birlikte Hristiyanları, Yahudileri ve mazdeistleri de sürükleyen ve onları hemen birinci sınıf koyu dindar Müslümanlar olarak sayan coşkun inanç sahiplerinin boğazlanmamasıdır. St. Augustine' in anavatanından İspanya'yı fetheden Berberilerdi.
Muhammed' in halefleri arasındaki Ebubekir ve Ömer gibi büyük şahsiyetlerle İngiliz Devrimi'nin pym ve hampden'larının yakın ilişkileri vardır ve eğer Hanifler, yani peygamberden önceki ve sonraki Arap püritenleri hakkında daha çok bilgi sahibi olsaydık, bu ilişkinin daha da yakın olduğunu anlardık. Hepsi de önceden alınlarına yazılan kaderden Tanrı'nın seçtiği kişiler olma garantisini kazanmışlardı.
Parlamento ve bağımsız ordulardaki büyük Eski Ahit coşkunluğu ki bu ardında, XIX. yüzyılda bile birçok İngiliz ailesinde İngilizlerin dünyaya hükmedeceği önceden kaderce saptanan azizler devleti İsrail'e ait on kayıp kabileden türediği inancını bırakmıştır; aynı zamanda 1620'de başlayan Amerika'ya göçü de üstünlükle etkilemiştir.
Bugünün Amerikan dini diye adlandırabileceğimiz şeyi oluşturmuş, şimdi bile bir İngiliz'e belirli bir politik lakaytlığını, esas olarak dinsel ve köklerini önceden yazılan kaderden alan bir güvenlik veren, niteliği beslemiş ve kışkırtmıştır.
Pisagoryenlerin kendileri de klasik dünyanın dinsel tarihînde duyulmayan bir şey, dinsel sorunlarının uzaması için politik güç kazanmaya çalışmışlar ve püritanizmlerini şehirden şehire ilerletmeye uğraşmışlardır” Aliya, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 458-459.
64 Aliya, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 340, Hill, Dünya Altüst Oldu,108.
66 Oswald Spengler, Batının Çöküşü, Çev Giovanni Scognamillo-Nuray (İstanbul: Dergah Yayınevi 1997), 30, 72-73, 266, 363,Sengelli Mustafa Cihan, Oswald Spengler’de Tarih ve Kültür Felsefesi, (Ankara:Pegem Akademi Yayıncılık 2018), vii-viii, 29 vd. Hasan Aksakal, “Oswald Spengler’ın Tarih, Kültür Ve Medeniyet Anlayışı”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,3/12, (Yaz 2010), 38-39.
67 Bu tecrübenin boyutunu Bernard Clairvaux’un "Tanrı 'yı ruhunun en içtenliğiyle seven kişi kendini Tanrı 'ya dönüştürür." sözü ile anlatır. Bu aslında İslâm felsefesinde vahdeti vucüd öğretisi ve Hallac’ın Ene’l-Hak ibaresine de açıklık getirebilir. Spengler, Batının Çöküşü, 430, 457.
68 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm,339-340.
69 Bütün kültürlerde "reform" aynı anlama sahiptir. Dini, başlangıç yüzyıllarında orijinal fikrînin kendini gösterdiği şekildeki saflığına geri götürmek, demektir. Spengler, Batının Çöküşü, 452.
Michael TALBOT, "İngiliz Whig Tarihçiliği ve Thomas Carlyle", Dünyada Tarihcilik, Dönemler Okullar Yaklaşımlar Tarihçiler, Ahmet Şimşek (edit), (Ankara: Pegem Akademi 2017), 131, https://core.ac.uk/download/pdf/161524909.pdf.
70 Tablot, "İngiliz Whig Tarihçiliği ve Thomas Carlyle", 132-133.
İngiliz tarihînde ve felsefesinde whig’cilerin karşısında Tory’cular vardı. 17. Yy ve sorasında silahlı lrlandalı Papa ve veya Kral taraftarlarına, 1689'dan sonra ise lngiltere'deki büyük muhafazakar partiye verilen addır. Muhafazakar veya Kralcı görüş ve
kişileri nitelendinnek için kullanılır. Bunlara göre . krallık siyasetinin hiç de zorbaca olmadığmı, I. Charles'ın, kendisini ölüme mahk6m eden mahkemede söylediği gibi, "kral olarak yalnız kendi hakkı adına değil,
bütün uyruklarının gerçek özgürlüğü adına" konuştuğunu savunmaktadır. 1642 yılında parlamentoyu terk eden ve daha sonra ll. Charles'ın birinci bakanı olan Ciarendon bu kuramı· History of
the Great Rebellion adlı birkaç ciltlik kitabında akıcı bir şekilde geliştirdi; şimdi aynı programı, siyasal önyargıları, kraliyete ya da Katolikliğe olan yakınlıkları ve genellikle liberalizme karşı
oluşan tarihî anlayış yoksunluklarını telafi eden bazı tarihçiler tarafından benimsetilmeye çalışılmaktadır. Onların görüşüne göre I. Charles ve danışmanları gerçekten sıradan insanları, gelişmekte olan küçük bir kapitalist sınıfın sömürüsüne karşı korumaya çalışmaktaydılar ve Charles'a karşı çıkan muhalefet, çıkarlarını siyaset alanında Avam Kamarası, din alanında ise Püritenizm ile özdeşleştiren işadamları tarafından örgütlenmişti ve onların amaçlarına hizmet etmekteydi.” Hill’e göre iki kurarn da tek yanlıdır. “ Whig’ler devrimin ilerici yapısını vurgulamakta ve devrimin önderliğini ele alan ve başarılarından en fazla yararlanan sınıfın buıjuvazi olduğu gerçeğini gözardı etmektedirler. Onların yorumu, bugün on yedinci yüzyıla göre gerçekliğini çok daha fazla yitirmiş ancak hata işe yarayan bir efsaneyi, burjuvazinin çıkarlarının ulusun çıkarlarıyla özdeş olduğu efsanesini sürdürmektedir. Diğer yandan Tory’ler devrimin ilericiliğini ve kendi çağı içindeki değerini yadsıma, feodalizmi aklama ve devrimlerin hiçbir zaman dar bir klikten fazlasının yararına olmadığını öne sürme çabası içinde devrimin sınıfsal yapısını
vurgulamaktadırlar. Bu kuramın son biçimlerinden biri, siyasetin pis bir oyun, bütün ilkelerin göz boyama ve bütün devrimlerin yararsız olduğunu öne sürmektedir. Daha çok bilinen ve her iki tarafça da önemle üzerinde durulan bir üçüncü kuram ise Uymazcılar (Nonconfomıists )dır. 17. Yüzıylın başlarında İngiltere Kilisesi'nin doktrinine bağlı olduğu halde disiplinine uymayı ve özelliklede bazı törenlerine katılmayı reddedenler l662'den sonra İngiltere Kilisesi'nden ayrı bir dini grup haline gelmiştlerdir. Bunlara göre ise, çatışmanın nedeni İngiltere'de iki dinden hangisinin, Püritenizmin mi, Anglikanizmin mi egemen olacağının belirlenmesidir.
Hill, 1640 İngiliz Devrimi, 16-17
71 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 341. Mehmet Şahin, “Anglikanizm Öncesi
İngiltere Ve Anglikanizm’in Doğuşu”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (Konya:18/2004), 149
72 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 341.
73 Türk ama Aliya ısrarla Arapların bir talebesi diyor. Bacon’un Aristo’dan sonra ikinci büyük filozof olarak gördüğü İbn Sina’ya ısrarla Arapların bir talebesi demesi ilginç. İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 342.
74 İzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, 342-343.
76 Michael TALBOT, "İngiliz Whig Tarihçiliği ve Thomas Carlyle", https://core.ac.uk/download/pdf/161524909.pdf.
77 Spengler, Batının Düşüşü, s. 443.
78 İbn Haldun, Mukaddime, c. I, II, III, çev.: Zakir Kadiri Ugan, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınevi 1990), I/291, 292, Aygün Akyol, “İbn Haldun’un İlim Anlayışında Felsefe ve Tarih Tasavvuru”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 10/20, 2011/2, 47. Mevlüt Uyanık, “Türk-İslâm Medeniyetinin Yeniden Dirilmesin Anahtar Kavramları: Din Ve Mille(t),” Ibn Haldun Üniversitesi’nin 20-22 Ekim 2017 tarihlerinde düzenlediği Medeniyetler Şurası’na sunulan bildiri. http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/guncel-yazilar3/2745-turk-İslâm-medeniyetinin-yeniden-dirilmesinin-anahtar-kavramlari-din-ve-mille-t,
79 Ebu Nasr el-Farabî, İlimlerin Sayımı, Telif ve Tercüme, Aygun Aykol ile Elis yay. Ankara. 2017, “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak Projesinin Hareket Noktası Olarak Farabî ve İhsau’l-Ulum Adlı Eseri” adlı makale, aynı eser, s.13-73. Yesevi için ayrıca bkz. Muhittin Imıl, “Modern Türk Dindarlığı İçin Kadim Bir Referans Noktası” Kastamonu Üniversitesi VI. Uluslararası Şeyh Şaban-ı Velî Sempozyumu (Yesevîlik) (23-25 Kasım 2018) Bildirileri, 747-756, https://www.researchgate.net/publication/330083398_Modern_Turk_Dindarligi_Icin_Kadim_Bir_Referans_Noktasi_Yesevilik_Yasawiyya_An_Ancient_Reference_Point_For_The_Modern_Turkish_Piety/link/5c2ca490a6fdccfc7077fda9/download
80 İlk önce Niğbolu savasında (1396) Haçlıları yenen Yıldırım Bayazıt’a Abbasi Halifesi tarafından verilen unvan.
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u ele geçirince kendine Kayser-i Rum sıfatını da ilave etti. Torununun oğlu Kanuni Sultan Süleyman, Fransa Kralı Birinci Fransuva'ya gönderdiği mektubunda kendisini şöyle tarif eder: "Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rum ilinin, Anadolu'nun, Karaman'ın, Rum'un ve Zü'l-Kadriyye vilayetinin ve Acem 'in ve Diyar-ı Bekr 'in ve Azerbaycan 'ın ve Şam 'ın ve Haleb 'İn Ve Mısır’n, Mekke 'Nin Ve Medine'nin, Kudüs'ün, Külliyen Diyar-ı Arab'ın ve fetheylediğim nice diyarın Sultanı ve Padişahı: Bağdatta Şah, Mısırda Sultan Bizans’ta Kayzer Sultan Bayezit Han Oğlu Sultan Selim Han Oğlu Sultan Süleyman Han’ım," Mektubun özgün hali için bkz. http://cihanhukumdari.istanbul.edu.tr/Kanuni-Sultan-Suleyman-Fransa-Krali-Fransuva-Mektup.html
https://www.aa.com.tr/tr/kultur-sanat/ben-ki-hakanlar-hakani-sen-ki-fransa-vilayeti-krali-fransuvasin/228408
81 Mevlüt Uyanık, “Çağdaş İslâm Düşüncesinde Tarihsellik ve Evrensellik Sorunu”, Kur’an’ın Tarihsel ve Evrensel Okunması, edit, M.Uyanık, (Ankara: Fecr yayınevi 2017), 175-234, Whiggsh’ci okuma için bk. “Gelenekselci Akım ve İlerleme Düşüncesi,”Modernizm ve Gelenekselcilik Arasında Din, edit.:Ş.Öçal, C.Özyurt, (Ankara: Hece yayınevi 2013), 144 vd, Doğancan Özsel, “Devlet Destekli Bir Ölü Diriltme Ayini: İslâmi Rönesans Çabaları” https://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8952/devlet-destekli-bir-olu-diriltme-ayini-İslâmi-ronesans-cabalari?fbclid=IwAR0OQH8vc4dwRHuUXN8ojC4YJPup2Je6-QTKhDhyleL1lVkzP7qx0KTJY78#.XcKraJozaUm; https://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8987/İslâmi-ronesans-cabalarinin-jeopolitigi?fbclid=IwAR3ArbfBME8JjYjxUbWytjCXHSBJGB10mvQccqPWOywbb7a1Yawos1a_bMs#.XcQdqVczaUm.
82 Erol Güngör, Tarihte Türkler, Ötüken yay, İstanbul 1997,s.102
83 Topçu, Yarınki Türkiye, s. 26,36, 44 107
84 Ocak, Türkler, Türkiye ve İslâm, s. 24
85 Aliya İzetbegoviç, doğu ve Batı Arasında İslâm, çev.:Salih Şaban, Klasik yay., İstanbul 2011, s.297-298
86 Recep Şentürk, İsmet Ademiyetledir –Haklarımız Varoluşumuzdandır-, (İstanbul: İbn Haldun Üniversitesi yay., 2019), 9-12.
87 Şentürk, İsmet Ademiyetledir, 26-28
88 Şentürk, İsmet Ademiyetledir, 29,40-42,133, a.mlf, Açık Medeniyet: Çok Medeniyetli Toplum ve Dünyaya Doğru, (İstanbul: İz yayınevi), 23,26,
89 Şentürk, İsmet Ademiyetledir, 51.
90 Mehmet Ali Ayni, Milliyetçilik: Tarihte ve Türklerde Din, Millet ve Milliyetçilik,haz: İsmail Dervişoğlu Kurtuba yay. İstanbul 2011, s.38, Mevlüt Uyanık, “Erol Güngör’de Din-Devlet İlişkisi ve Hilafet Meselesi”, Türk Yurdu, 108/380, (Nisan 2019), 27-38, Muhittin Imıl, “ Cumhuriyetin Milli Kimlik İnşası Ve Dil Özelinde Dini Reformasyon Çabaları”, Dini Araştırmalar, 22/56, (Temmuz – Ağustos 2019), 416 vd, a.mlf, “İktidar İlişkileri Çerçevesinde Din ve Devlet”, Toplum Bilimleri Dergisi, (Aralık 2019), 27/386
Mevlüt Uyanık, “Günümüz İslâm Dünyasındaka Fıhki Diriliş ve Fikrî Özgürlük için Ebu Hanife’yi Yeniden Okumak”, Çağları Aşan Bilge: İmem-ı Azam Ebu Hanife Sempozyumu Kitabı, Ali Duman (edit), (İstanbul Endülüs Yay- Maturidi Yesevi Otağı,2019), 329-341, Recep Şentürk, İsmet Ademiyetledir –Haklarımız Varoluşumuzdandır- (İstanbul: İbn Haldun Üniversitesi Yayınevi 2019) , 120, 133
91 Mevlüt Uyanık, “Günümüz İslâm Dünyasındaka Fıhki Diriliş ve Fikrî Özgürlük için Ebu Hanife’yi Yeniden Okumak”, Çağları Aşan Bilge: İmem-ı Azam Ebu Hanife Sempozyumu Kitabı, Ali Duman (edit), (İstanbul Endülüs Yay- Maturidi Yesevi Otağı,2019), 329-341, Recep Şentürk, İsmet Ademiyetledir –Haklarımız Varoluşumuzdandır- (İstanbul: İbn Haldun Üniversitesi Yayınevi 2019) , 120, 133
92 Harari, 21. Yüzyıl, 17
93 Mevlüt Uyanık, “Bölgemizde Kurucu Siyasal Aktörler Olarak Türk, İngiliz, Pers ve Rus Rekabeti”, https://kafkassam.com/bolgemizde-kurucu-siyasal-aktorler-olarak-turk-ingiliz-pers-ve-ruslarin-rekabeti.html?fbclid=IwAR1mPAflPH9B0Ocv9YLzOCPjMoZv9_-B_TO8RMP-lsimMR9o4uTy9-9IQUw
12 şubat 2020
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3740/bolgemizde-kurucu-siyasal-aktorler-olarak-turk-ingiliz-pers-ve-ruslarin-rekabeti
http://www.yaylahaber.com.tr/bolgemizde-kurucu-siyasal-aktorler-olarak-turk-ingiliz-pers-ve-ruslarin-rekabeti-makale,3510.html12 Şubat 2020
94 10.02.2020 tarihînde Yasin Aslan tweetinde paylaştığı bilgiyi buraya aynen aktarayım: “Amerika'yı İngiltere Yönetiyor' Bu skandal sözler, Haziran 2019'da İngiltere'nin ABD büyükelçisi Lord Kim Darroch'in Londra'ya gönderdiği ve basına sızan gizli diplomatik telgrafta yer almıştır. izli Telgrafta,Trump'ın beceriksiz ve yetersiz olduğunun yanı sıra şu aşağılayıcı ifadelere de yer verilmiştir: 'Biz İngilizler Amerika'yı yönetiyoruz. raliçe II. Elizabeth 2016'da, Amerika'nın mevcut kötü durumunu göz önüne alarak, Amerika üzerinde İngiliz hükümranlığının yeniden kurulmasını teklif etti Kraliçe, 240 yıllık özerklik deneyinin iyi niyetle başladığını, ancak bunun iyi bitmediğine şahit oluduklarını da söyledi.” https://twitter.com/yasinaslan36/status/1226775853809504257?s=04&fbclid=IwAR32FFuAI3WDldzCnJjaooju2wtq9GmXsHVeeVOGbFTglg1aXxBSlfaBR0E
95 Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, çeviri Mehmet A. Kılıçbay, (Ankara: İmge Kitabevi 2014), 42’den alıntılayan Kadir Özsöz, “Medeniyet Süreci: Semantik Öykü” http://akademyadergisi.com/medeniyet-sureci-semantik-oyku/, (Erişim: 4 Mayıs 2018
96 S. P. Huntigton, Medeniyetler Çatışması mı? -Medeniyetler Çatışması- çeviri Murat Yılmaz, (Ankara: Vadi Yayınları), 25, krş, Kadir Özsöz, “Medeniyet Süreci: Semantik Öykü” http://akademyadergisi.com/medeniyet-sureci-semantik-oyku/, (Erişim: 4 Mayıs 2018
Adınız Soyadınız
E-Posta
Girilecek rakam : 88954
Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.