Mustafa Güçlü Anadolu-Sen Konfederasyonu Genel Başkanı Medeniyet Tarihi GİRİŞ İnsan sadece biyolojik yaşamıyla yetinmeyerek kavram inşa eden bir varlıktır. İnsan kendi dışındaki doğada gördüğü somut olayları ve cisimleri soyutlama yaparak zihninde kavramlaştırır, bu yüzden de sırf tepki yönünde davranışta bulunmayarak zihninde meydana getirdiği bu kavramlara göre fiillerini kararlaştırır. İnsanın fiillerine yön veren kavram, olanın olduğu gibi algılanması yada vasıflandırılması değil, bir mihenge göre algı içeriklerinin düşünceyle kavranmasıdır. Bu da demektir ki kavram sadece duyu planındaki pasif bir algı değil zihin planındaki düşünmeyle yapılan bir inşadır. Kısacası kavramlar insan zihninin mahsulüdür. Bundan dolayı da büyük ölçüde objektif olmaktan çok sübjektif değer taşımaya daha yakındır. Ortaya atılan kavramlar ifa ettikleri somut olayları ve cisimleri bir intizam içinde ele alıp onların karmaşık görünüşünü ortadan kaldırıp gözlemlerle ters düşmeyen ve onları anlaşılır bir hale getiriyorsa kendi içinde tutarlı bir anlam ifade ederler ve kabul görürler. Bu noktadan hareket Türk medeniyet tarihi sadece milletimizi ilgilendiren bir konu olmaktan ziyade etki alanı kapsamında çok geniş bir coğrafyayı ilgilendiren bir mahiyet arz etmektedir. Bu nedenle Türk medeniyet tarihini incelerken, tarih ve medeniyet kavramlarını ele alarak başlamak ve konuyu Türklerin tarih sahnesinde varoluşunu ve hüküm sürdüğü coğrafyalarda adaleti tesis etme noktasında verdiği mücadele ile günümüze kadar geliş sürecinden bahsederek tamamlamak gereklidir. TARİH ve MEDENİYET KAVRAMI İnsanoğlunun bugünkü bilgi ve birikimine sahip olma sebebi, geçmiş ve gelecek arasındaki irtibatı sağlamasıdır. Diğer tüm canlılar için tek bir gerçeklik vardır ki oda “an”dır. Tüm canlılar, an’ın ötesine geçememektedir, bütün varlıklarını bu düzen içerisinde sürdürmektedirler. İnsan ise geçmiş, an ve gelecekten oluşan bir zaman tasavvuruna sahip olması sebebiyle geçmiş birikimlerinden ders çıkarmasını bilmiş, geleceğe geçmişte yaptığı hataları yapmaksızın ulaşabilmiştir. Bu da insanın yaptığı işlerin gittikçe mükemmel ve organize bir hale gelmesini sağlamış, daha rahat bir ortama imkan sağlamıştır. Ancak zaman içinde daha rahat bir ortama sahip olma çabası, diğer insanların huzurunu bozulmasına, emeklerinin ve özgürlüklerin sınırlanmasına sebep olmuş ve tarih bu döngü içerisinde hükümran olan topluluklarla hükmedilen topluluklar arasında bir mücadele olarak seyrini sürdürmüştür. Bu noktada başkalarının özgürlüklerine ve haklarına saygı gösteren, kendi özgürlüğünü ve hakkını da savunan bir anlayış ortaya koyabilmek için, insanın öncelikle düşünme melekesini sağlam temeller üzerine kurgulanması gerekmektedir. Bu sağlandıktan sonra geçmişini bilen ve onun üzerinde değerlendirmelerde bulunabilen bir anlayışa erişilebilir. İşte burada geçmişi bilmek tarih ile karşılanmaktadır(1). Tarihçinin buradaki görevi, kaynakların ortaya koyduğu malzemenin resmettiği tabloyu, renklerini, çizgilerini sansüre tabi tutmadan tespit, analiz ve izah etmek, sonra da ideolojisini, inançlarını kimliğini olabildiğince işine karıştırmadan verileri yorumlayarak meseleyi ortaya koymaktır (2). Ancak sorun tam da burada başlamaktadır. İlber Ortaylı Hocamız bu durumu “Medeniyet tarihi açısından en tehlikeli şey, Aydınlanma çağının tarih yaklaşımıdır; çünkü tarihi yorumlama kademelere ayrılmıştır. Teolojik (gai) bir yorum getirmişlerdir. Voltaire, Weber, Tonnies, Karl Marks bu çizgiye dahildir. Ancak ne Titus Livius, ne İbn Haldun, ne İbnü’l Mukaffa böyle bir yaklaşım sergilememiştir. Onlar tarihe tarih olarak, somut bir şey diye, somut bir enformasyon diye bakmışlardır” diyerek ifade eder (3). İnsan için önemli olan tarihi ideolojik olarak yorumlamaktan ziyade, iyi okuyarak ibret ve ders çıkarmak, hem fert hem de toplum olarak insanlığın faydasına olacak mahiyette gelişmektir (4). İnsanlığın bilgi ve birikiminin ifadesi olan tarihin en önemli kavramlarından birisi olan “ medeniyet” Arapça “şehir” anlamına gelen “Medine” isminden türemiştir. Medeniyet kavramıyla, şehirliliği, dinin şehirde ekonomik, kültürel, estetik, siyasi anlamda ifadesinin somutlaştığı dünya görüşünün yaşamda ifadesini bulan bütün kastedilmektedir. Kavramın Batı dillerindeki karşılığı “civilization”dır. Sivilizasyon Latincede “şehirli” anlamına gelen “civilis” kelimesinden türetilmiştir. Şunuda ifade etmek fayda vardır ki medeniyet kavramı Batı’daki “civilization” kavramının karşılığı olarak kullanılsa da iki kavram birbiri ile örtüşmemektedir. Bu iki kavramın örtüşmemesinin nedenini, beslenmekte oldukları kaynakların farklılığında aramak gerekir. Medeniyet “din” orjinli, sivilizasyon “akıl” akıl orjinli bir kültür birikimidir. Bunlardan birisi “dini-vahyi bilgi temelli medeniyet”tir ki bunun yaşayan örneği İslam medeniyetidir. Diğeri ise “laik, seküler bilgi temelli medeniyet”tir ki bunun yaşayan örneği de Batı medeniyetidir (5). “İslam Medeniyeti” Türk-Arap-Fars milletlerinin ortak eseri olduğu halde, “Garp Medeniyeti” Avrupalı birkaç milletin ortak eseri durumundadır. Her “enstrüman”, kendi ses ve özeliklerini koruyarak “orkestraya” katılabilir ve onun ortak ahenginde pay sahibi olabilirse, bir millette özeliklerini kaybetmeksizin her hangi bir medeniyete katılabilir, medeniyet değiştirebilir (6). Bu noktada medeniyet ve kültür arasındaki ilişki üzerinde de durmak gerekmektedir. Kültür ve medeniyet arasındaki başlıca farklardan birinin de gaye ile vasıta arasındaki farkdan ibaret olduğu söylenir. Bu kanaatte olan ilim adamlarına göre medeniyet beşeri gayelerin elde edilmesi için kullanılan bu vasıtaların bütününü ifade eder. Bu bakımdan teknolojik seviyede meydana getirilen eserler medeniyete aittir. Kültür kıymetleri ise kendi başına gaye olan şeylerdir. İnsanın hayatı kontrol etmek üzere yarattığı sosyal organizasyon sistemleri, teknikler ve her türlü vasıtalar bizim ihtiyaçlarımızın karşılanması gibi bir hizmet ederler. Matbaa makinası kitap basmak için, yağlı boyalar resim yapmak için, tiyatro sahnesi piyes temsil etmek için, spor salonu oyun oynamak için yapılmıştır. Bu vasıtalarla elde edilen edebi eser, resim, piyes temsili, spor faaliyeti ise insanın ihtiyaçlarını doğrudan doğruya temin eden şeylerdir, yani hepside kültüre aittir. Medeniyetin buradaki tarifine itiraz edebilirsiniz fakat bu pek önemli değildir. İsterseniz medeniyet yerine burda teknoloji diyin asıl önemli olan insanların bizatihi olarak yarattıkları kültür kıymetleri ile bu kıymetlerin ortaya çıkmasında vasıta olan şeyleri birbirinden ayırabilmektedir (7). Bu ayırım yapılamadığı zaman teknolojik medeniyetin öncülüğünü yapan toplumlar bu noktada kendileri ile kültürel etkileşime giren toplumlaları “kültürel eritime” tabi tutmaya yönelmektedir. Netice itibari ile medeniyet, toplumunların değerler sistemiyle ortaya koyduğu hayata dair etkinliklerin toplamıdır. Bu çerçevenin içinde adalet hayatta insanca yaşayarak varolmanın mücadelesidir. Aynı zamanda medeniyetin pratiğidir ve her medeniyetin de kendine özgü bir adalet tasavvuru mevcuttur. TÜRK MEDENİYET TARİHİ Türklerin anavatanı Orta Asya’nın geniş bozkırlarıdır. Tarihi araştırmalar Türklerin bu bölgedeki geçmişinin M.Ö. 2500 yılına kadar gittiğini ortaya koyar. Türkler, ebedi olduğuna inandıkları “Gök Tanrı”ya tapmışlardır. Savaşçı bir yapıya sahip olan Türkler, ata iyi bakmış ve savaşlarda ondan çok iyi faydalanmışlardır. Koyun beslemiş ve demiri işlemişlerdir. Kuzey Altay dağlarının batısından M.Ö. 1700 yılından sonra doğu, güney ve batı yönüne doğru göç etmişlerdir. Cihan hakimiyeti mefküresini içselleştiren Türkler, M.Ö Dördüncü yüzyılda Doğu Hun Devletini kurmuş, M.S. Dördüncü yüzyılda da Batı Hun Devletini kurarak en parlak dönemlerini Atila’nın hükümdarlığı zamanında yaşamışlardır. M.S. Altıncı yüzyıl ortalarında Baykal Gölü civarında kurulan ve kısa bir sürede Asya’nın geniş bir bölümünü kontrol altına alan devletin adı ise Gök-Türk hakanlığıdır. Gök-Türkler sağlam bir yönetim anlayışına sahip tarihte Türk adı ile kurulan ilk devlettir (8). Türklerin dil izleri M.Ö 3500 yılana kadar gidildiğinde Sümerler’e kadar uzansa da (9) somut olarak bugüne ulaşan ilk yazılı eser M.S 748 yılında Gök-Türk alfabesi ile yazılan Orhun Kitabeleridir. Kitabelerden Gök-Türklerin sağlam bir milli şuura, vatan sevgisi ve devlet yönetimi geleneğine sahip oldukları anlaşılmaktadır. İstişare niteliğinde gerçekleştirilen kurultaylarda kahramanlık, bilgelik, fazilet ve yiğitlik sahibi kağanın belirlenerek atandığı bir devlet yöneticisi tayin geleneğine sahip olan Gök-Türkler, otoriter bir yapıya sahip olmasına rağmen yetkilerini töreler çerçevesinde kullanarak bir yönetici kadro paylaşan kağanın en büyük görevinin refahı sağlamak, insanların huzur ve güven içinde yaşaması için elzem olan iskan ve sosyal teşkilatlanmayı sağlamak olduğu, bugüne kadar intikal eden o döneme ait kitabelerden anlaşılmaktadır (10). Türk tarihinde derin izler bırakan Gök-Türk hakanlığı 745 yılında Uygurlar tarafından yıkılmıştır. Türkler Uygurlar döneminde yerleşik hayata geçmişler, Mani dinini kabul ederek sanat, edebiyat ve ticaret sahasında tesirleri bütün Asya kıtasında hissedilen bir medeniyet kurmuşlardır (11). Müslümanlığı seçen ilk Türkler M.S Yedinci yüzyılda Buğrahan öncülüğünde Karahanlılar daha sonrada Gazneli Sultan Mahmut önderliğinde Gazneliler olmuştur. Türklerin Müslümanlar arasında gücünü derinden hissettirmeye başlaması 960 yılında Maveraünnehir bölgesine yerleşen Oğuz Türklerinin Horasan’ı kontrol altına alarak Selçuklu Devletini kurması ile başlamıştır. Zamanla Selçuklu Devletinin hakimiyet alanı Çin’den Akdeniz kıyılarına kadar uzanmıştır. Osman Turan’a göre “Selçuklular’ın Medeniyet tarihinde en büyük hizmetleri, İslam dünyasının her tarafına cami, medrese, kütüphane, tıp mektebi, hastane, imaret, zaviye, kervansaray ile doldurmaları, bu müesseselere büyük vakıflar yapmaları”dır. Büyük Selçuklu Devleti Sencer’in 1157’de vefatı ile yıkılmıştır (12). Oğuz boyları 11. Asrın sonlarında Anadolu’ya yönelmiş, Anadolu Selçuklu devletini kurmuşlardır. Anadolu’da Türk medeniyetinin kurulması, Selçuklular’ın bir asır kadar devam eden dış ve iç mücadelelerini müspet bir sonuca bağlamasıyla başlamıştır. Anadolu’da milli birliğin kurulması ve Bizans İmparatorluğa’na, Malazgirt’ten sonra ikinci büyük darbenin Mirya Kefelon Muharebesi ile vurulmasından sonra artık Anadolu’da, Türk üstünlüğü ile medeni ve iktisadi faaliyetler çabucak gelişmeye başlamıştır. Avrupa’da yeni bir medeni ve ticari faaliyet devresinin başladığı döneme denk gelen bu süreçte, Anadolu Batı, Kuzey-Güney, bütün medeni milletler arasında bir mübadele sahası, bir köprü durumu kazanmıştı. Bugün Anadolu’nun ıssız köşelerinde kalmış o muazzam kervansaraylar bizlere, yalnız medeni ve sosyal hayatın yüksek seviyesini değil, aynı zamanda bu milletler arası yolların ticari manasını açık şekilde gösterir. Bunlar bütün yolcuların milliyet, din ve mevki farkı gözetmeksizin, hayvanları ile birlikte, bedava yeme ve yatmalarına hizmet ediyor, hastalarını tedavi ve fakirlerine de yardım temin ediyordu. Bu mahiyette devam eden bir süreçle Orta Asya’dan “Allah Yolunda Gaza ve Cihat” ideali ile göç eden Türkmen nüfusun dengeli bir iskan politikası ile Anadolu’ya yerleştirilmesi, bölgenin İslamlaştırılması ve kalıcı bir Türk yurdu haline gelmesini sağlamıştır. Bu bahsi geçen altyapı sağlamlığı Anadolu Selçuklu Devletinin gerek iç, gerekse dış nedenlerden ötürü küçük beyliklere dağılmasına rağmen, kültür ve İslam imanın verdiği güçle bu ayrılan yapıların en kuvvetlisinin etrafında yeniden toplanmasını sağlamıştır (13). Neticede Osmanlı Devleti doğmuştur. Osmanlı Devleti, iki rakip semavi dinin ve uygarlığın kesiştiği noktada bir gazi devleti olarak doğmuştur. Söz konusu köken, Osmanlı’ya özgün özellikler kazandırmış ve belirli bir siyasal kültürün çıkmasına yol açmıştır. Osmanlı’da devlet, fetih düşüncesi üzerine bina edilmiştir. Türkler Batı’da Bizans, Doğu’da da diğer Müslüman ülkelerin zararına genişleyerek kendi devletlerini kurmuşlardır. Böylece, Osmanlı devletinin kuruluşunda askeri öğe önemli rol oynamıştır. Osmanlılar, güçlerinin en zirvesinde oldukları dönemlerde dahi dört bir tarafta güçlü düşmanlarla karşı karşıya idiler. Bu durum Osmanlı ordularının devamlı savaşa hazır tutulmalarını gerektirmiştir (14). Tabiki muazzam bir mahiyette işleyen işleyen askeri sistemin arkasında çok düzenli bir sosyal, ekonomik ve kültürel hayatın olduğu muhakkaktır. Bu durumun oluşmasının arka planında Osmanlı Devleti’nin fethettiği coğrafyaların insanlarını sarıp sarmalayan ve o bölgelere yeni yerleştirdiği İnsanları çok düzenli bir iskan anlayışıyla konumlandırması (15), iktisadi üretimi besleyen sağlıklı bir toprak rejimi uygulaması (16) ve planlı bir şehir yapılanması sağlaması yatmaktadır ki bu mahiyette oluşan şehirlere “Osmanlı Şehri” veya “Türk Osmanlı Şehri” tabiri kullanılmıştır(17). Osmanlı Devleti zamanında Kuzey Afrika’dan Kırım’a, Budin’den Basra’ya uzanan coğrafya mekan genişliği, ayrıca ondördüncü yüzyıldan yirminci yüzyıla uzanan altı asırlık zaman genişliği, bu geniş coğrafya ve zaman içerisinde gerek sayı, gerek tür olarak vakıf eserlerinin çokluğu ve bunların idaresi için geliştirilen dini-hukuki ve bürokratik uygulamaların hepsi Osmanlı devleti tarafından -şehir hayatının oluşumunda en önemli yere sahip- vakıfların bir devlet politikası olarak çok yönlü teşvik edildiğini ortaya koyar (18). Kurulan vakıflar aracılığı ile hakim olduğu bölgelere yeni bir düşünce, hayat anlayışı ve medeniyet gelmiş, camilerin yanında ve onlarla içi içe eğitim öğretim merkezi teşekkül ettirilmiş, daha sonra medreseler ve tekkeler birlikte şehrin kültürel alt yapısını oluşturmuştur. Şehir, coğrafi konumunun kendisine sağladığı olumlu imkanlar, ya da bağlı olduğu uygarlığın kendisine olan ihtiyacı doğrultusunda siyasi ve ekonomik açıdan gelişip serpilirken sözü edilen bu kültürel kurumlarla da yeni kimliğini kazanmıştır (19). Bu kimliğin kazanılmasında en önemli kurumlardan bir diğeri de hem siyasi hem ekonomik işleyiş bakımından sosyal hayat üzerinde derin tesirleri olan Ahiliktir. Ahilik teşkilatı özü itibari ile iktisadi bir korum olmasına rağmen kendisini ekonomik konularla sınırlamayarak toplumun tüm kesimlerini dışlayıcı/sınıfsal/kategorize etmeden bünyesinde bütünleyici mahiyette örgütleyen bir kurum mahiyetindedir. Aynı zamanda adaletin tesisi adına halkla resmî kurumlar arasında arabuluculuk işlevi görüyordu. Ahilik meydana gelen sorunlara son verilmesi için anlaşmaya varılamayan konularda geniş bir katılımın sağlandığı “memleket toplantısı” adında toplantılar düzenlerlerdi. Bu toplantılarda gereğinde merkezi yönetimle zıtlaşmaya gidecek kadar kararlarda alınabiliyordu. Bu durumda “resu’l ulema” devreye girerek padişaha itaat ve sadakatin gereğini vurgulayarak zulme karşı susmanında şeriata uygun olmadığını bildirerek resmî görevlilerin padişaha şikayet edilmesi yoluna giderdi. Adaletin tesisi konusunda yönetim halk bütünleşmesini gidilirdi (20). Osmanlı Devletinde tabandan tavana uyumlu işleyen bu sistemin arka planını Koçi Bey yazdığı risalede daireyi adalet üzerinden açıklar: “velhasıl saltanat-ı âliyyenin şevket ve kuvveti asker ile, askerin ayakta durması hazine ile, hazinenin toplanması reaya ile, reayanın ayakta durması adalet ve doğrulukladır” (21). Adalet, güven ve hoşgörü esası üzerine büyük bir devlete dönüşen Osmanlı üç kıta ve yedi denize hükmeden büyük bir cihan devleti olmuştur. Diğer bir ifade ile Orta Asya’da Seyhun ve Ceyhun nehir arasında bulunan Maveraünnehir’den derya gibi dışarı taşarak akan güç Anadolu’da adeta koca bir çınara dönüşmüştür. Koca köklü çınarın iman motivasyonuyla (22) ayakta duran sağlam iradesi hem kendi içinde hem de kendi dışında gelişen hadiselerle zaafiyete uğrayınca Osmanlı’nın yıkılışı mukadderata dönüşmüş ve onun külleri arasından Türkiye Cumhuriyete Devleti doğmuştur. 23 Nisan 1920 ile 16 Nisan 1923 arasında yaklaşık üç yıl süre ile faaliyet gösteren ve bir yandan işgalci güçlere karşı Kurtuluş Savaşı’nı yönetip başarıya ulaştıran, bir yandan da birbiri ardına yaptığı yasal düzenlemelerle Türkiye Cumhuriyetinin temellerini atan Birinci Meclis’in böylesine zor şartlarda hizmet ederek Türkiye’nin kuruluş yıllarında kendi iç yapısındaki farklı ve zengin bakış açılarını da muhafaza eden demokratik bir yapıya sahip olması ve Kurtuluş Savaşı’nın böyle bir meclisin yönetimi altında başarıya ulaşmış olması, Türkiye için bugün de, gelecekte de önemli bir mirastır (23). Kuruluş felsefesi bu mahiyette gayet kavi olan Genç Türkiye Cumhuriyeti’ne modernleşme adına zamanla hâkim olmaya başlayan farklı bir zihniyet ile millet ve devlet arasına mesafe konmuş ve milleti öteleyen bu zihniyetin ürünü olarak organize olan bürokratlar ve aydın eliyle devlet toplum ilişkisi hep tek taraflı olmuştur. Devleti yöneten elitler tarafından millet hep nesne koruma itilmiş, hiçbir zaman özne olarak algılanmamıştır. Aydının halka bakışı da bürokrasiyi elinde tutan elitlerden farklı olmamıştır (24). Sorumluluk alması gereken devlet olmasına rağmen, maalesef hep vatandaşa ödevler yüklenmiştir. Devlet gücünü tekelinde tutanlar, nesiller arası kültür bütünlüğünü sağlayarak gençlerimizi geleceğe hazırlayacak eğitim politikalarını hayata geçirecek yerde, tam tersi politikalar uygulayarak bizi bizden uzaklaştıran bir insan ve toplum modelini hayata geçirmeye çalışmışlardır. Anadolu’nun değerlerini benimseyen halk kitlelerini hakir görerek, Batıya özenip yol almaya çalışan elitler ve aydınlar bir türlü bu hedeflerinde başarılı olamamışlardır. Yaşanan tüm bu süreçlerin neticesinde Kaplan’a göre Türkiye’nin en temel varoluşsal sorunu, medeniyet iddialarını ve medeniyet perspektifini yitirilmesi olmuştur. Medeniyet iddialarının yitirilmesi, yönümüzü ve yörüngemizi yitirmemizle sonuçlanmıştır. Bu da kaçınılmaz olarak, ülkemizde, coğrafyamızda ve dünyada yaşanan hadiselere çığır açıcı şekillerde bakabilmemizi mümkün kılacak bakış açılarımızı kaybetmemize yol açmıştır. Sonuçta, Batılılaşma/sekülerleşme projesiyle başkalarının iddialarını benimser hale gelinmiştir (25). Ülke insanımızın kimlik krizine girmesine sebebiyet veren medeniyet değiştirme hamlesinin göze çarpan en bariz yönü insanı kavrayışta ortaya koyulan farklılıktır. Batı medeniyetinin özünü oluşturan Grek-Latin-Kilise diyarında “ferdi bireysel özgürlük” iptal edilir. Bu diyarda “bireysel özgürlük”, “yığınsal bireyler arasında, “zıtlık” esasına dayanan bir “sınıflandırma-serbestleştirme” ilişkisidir. Yani “insanın varlıksal dayanağı”, “düşünme ve idrak yetilerinin” yanı sıra “yığınsal aidiyet” ve “benzeri” olan “yığınsal bağlantısı”dır. Grek-Latin-Kilise diyarında “toplum”un “temsili” olarak “kollektif bilinç” esas alınmakta; birey, “kollektif bilinç”i “içselleştiren şey” olarak takdim edilmektedir. “Kollektif olan” bazen Max Weber’de olduğu gibi “Protestan etik”i, bazen Marks’ta olduğu gibi “sınıf” olarak tezahür eder. Halbu ki “insan”, kendi “varlığının esasından” kaynaklanan bir şekilde “özgürlük”ü aramak ve özgür olmakla yükümlüdür. “Varlığın esası’ndan” kaynaklanmayan bir “özgürlük”, insanın doğasına aykırı düşer. Bu nedenle Grek-Latin-Kilise diyarında, “ferdi/bireysel özgürlük”ün, esas hürlüğün yolu “kapalı”dır. Temelde böyle kendine bile yabancı insan anlayışına dayalı Batı medeniyetini Anadolu Türküne kimlik olarak dayatılması geri tepmiştir. Çünkü Türklerin, Müslüman olduktan sonra Maveraünnehirden taşarak yurt edindikleri Anadolu’ya taşıdıkları ve insanların gönüllerine çaldıkları maya ile tesis ettikleri medeniyet anlayışı buna müsaade etmez. Anadolu mayası’nda “ferdi özgürlük”ün esası “gönül”dür. Anadolu mayasında, “birey” gönlünü bilerek “özgür” olmaktadır. Bu kapsamda bugün Türk Medeniyet anlayışının yeniden ihyası ve inşası için Greko-Latin-Kilse diyarı olarak vasıflandırılan eski Yunan kültürü ve düşüncesine dayanan, aynı zamanda iki bin senedir Hristiyan kilisesinden beslenen Batı tefekkürüne, kültürüne, sanatına, özelikle musikisine, kısacası Batının bütün müesseselerine ve felsefelerine yahut “medeniyetine” karşı duyulan hayranlıklardan vazgeçmek; aynı zamanda da Ahmet Yesevi’nin bizzat “Kur’an’dan” aldığı “ilahi kelam’a” dayandırarak Anadolu’ya insanların gönlüne çalınmak üzere “Anadolu mayası” olarak isimlendirilen “Türkistan’dan gelen kelam’ın”, “Vehhabi” diye kavramlaştırılan bütün düşmanlarından, onların yıkıcı tesirlerinden temizlemek gerekmektedir (26). Türk milleti tarafından yapılması lazım gelen bu önemli sorumluluklar sadece Türkleri değil tüm İslam dünyasını ilgilendiren bir konudur. Çünkü Türklerin iddiası olan medeniyet tasavvurunun hayata geçmesi ümmetin ayağa kalkması demektir. Prof. Dr. Erol Güngör’ün ifadesiyle “Pratikteki en büyük engel bugünkü Müslüman ülkelerden hiçbirinin diğerlerini güçlü bir dayanışmaya sokacak güce sahip olmayışıdır. Hiçbir İslam ülkesi, karşısında kendisi için ideal edineceği, hayranlık duyduğu bir devlet göremiyor. İslam devletlerinin bu zayıflığı onları kendileri dışında teşekkül eden farklı farklı politikaları kabule itiyor. Bu durumda yakınlaşmak şöyle dursun, husumetleri artırıyor” (27 ). Bu durumun farkında olan küresel güçlerin boş durmayarak bu krizin derinleşmesi için elinden geleni yaptığı açıktır. Huntington’un İslam medeniyetini, Batı medeniyetinin düşmanı ilan edip, önünün nasıl kesileceğinin yollarını büyük bir ustalıkla sıralaması ve özellikle Türkiye’nin İslam medeniyetinin içerisinde yer almaması için değişik yollar önermesi, aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa içinde de yerinin asla olmadığını vurgularken, yine de taktik gereği içimizdeki sözde seçkinlerin Batı’yı tercihlerinin desteklenmesini istemesi, bu durumun en büyük kanıtıdır (28) SONUÇ Milletler çok farklı saiklerle çeşitli medeniyetlerle temasa geçebilirler. Türk milleti de gerek kendi iç yapısından kaynaklanan doğal akıştan kimi zamanda dış zorlamalarla Batı medeniyetiyle etkileşim içine girmiştir. Yaşanan bu süreçlerde millet olarak medeniyet değiştirme veya medeniyet bunalımının yaşandığı gibi bir hisse kapınılsa da bu kabul edilebilir bir durum değildir, zira Türk medeniyet tarihinin kendine has orijinal yapısından kaynaklanan hüviyeti buna müsaade etmeyecek kuvvete sahiptir. Ziya Gökalp’in ifade ettiği gibi “medeniyetlerin coğrafi hudutları ayrı olduğu gibi tarihi tekamülleri de müstakildir”. Türk milleti için bu müstakilliğin sınırını çizen ve Orhun Kitabesinde metinlere de yansıyan bir töresi (29) ve İslam inanç sistemi(30) vardır. İşte bu törenin ve inanç sisteminin hakim olduğu ruh ikliminin yaşandığı Mavereünnehir’de Ahmet Yesevi’nin öğrencilerinin gönlünde tutuşturduğu ve onlarında Anadolu insanının gönlüne çaldığı Anadolu mayası (31) ile kurulan ve adalet üzerine tesis edilen medeniyet anlayışının ihyası ve yeniden inşaası sadece Türk milletinin değil tüm insanlığın huzurunu tesis edebilecek güçtedir. Koçi Bey’in Risalesinde “zavallıların gözyaşları dünyayı fenalığa boğar”(32) demektedir. Adeta Türkler tarih boyunca bu olumsuzluğun tecelli etmemesi ve adaletin sesi olmak için Bilge Tonyokuk’un “Çoklar diye çekinme, azız diye korkma” diyerek ortaya koyduğu ölçüden hareketle zalime karşı her zaman şecaatle karşı durmuştur. Bu dirayeti ortaya koyan medeniyet anlayışı, her daim sevgiyi özünde barındıran yapısı ile mazlumun yanıbaşında olmuştur. Günümüzde birbirini ötekileştirerek kendi varlığını devam ettirmek üzere kurgulanan toplum yapısının insanlığın içinde bulunduğu ızdırabı dindirecek bir medeniyet tasavvurunu hayata geçirmesi mümkün değildir. Bahsi geçen Türk-İslam medeniyet anlayışı, beşeriyete içinde kıvrandığı medeniyet krizden kurtularak düzlüğe çıkma yolunda çıkış kapısını sağlayabilecek güçtedir. Türk-İslam medeniyet anlayışının insanlığa sunabileceği “bir arada yaşama tecrübesi” iyi bir model mahiyetindedir. Etkisi altına aldığı tüm insanları din, dil, ırk, mezhep ve meşrep farklılığı gözetmeksizin aynı hedefe doğru birleştirip kanalize edebilme tecrübesi bu noktada güzel bir örnek olarak gözler önündedir. (33). Bugün Türk milletinin yedi-sekiz milyon mağdur ve mazlumu geçici koruma altına alarak ülkemizde misafir etmesine kayda değer rahatsız edici itirazlar olmadan bünyesinde barındırabilmesi ve Türkiye’nin Avrupa’ya çıkış kapılarını sonuna kadar açmasına rağmen sadece birkaç yüz bininin Avrupa’ya geçmek için kapılara yığılması Türk-İslam medeniyet tasavvurunun merhamet ve insan sevgisine dayanan insancıl yüzünün günümüze bir yansımasıdır. Yoksa Yunan Devletinin ülkemizde misafir olan milyonlarca geçici koruma altına alınan mağdur ve mazlumların kendilerine iltica etmek isteyen sadece birkaç yüz bin göçmenin denizde olanlarının botlarını batırması ve karadan gelenlerin elbiselerini ellerinden alarak çırılçıplak tekrar sınır dışı etmeleri, buna tüm Avrupa Devletlerinin alkış tutması bize göstermektedir ki, insanlığın ihtiyaç duyduğu merhamet ve güven ortamını Batı medeniyetinin gerçekleştirmesi beklemek sükutu hayalden öteye geçmeyecektir. Hatm-ı Kelam, bugün yapılması gereken sahih olan kadim medeniyet tasavvurumuzun istikrarlı bir siyasi yapıya nasıl bir sistemle dönüştürülüp hayata geçirilebileceği hususunda kafa yormaktır. Yoksa Türk-İslam medeniyet değerlerinin teoriden pratiğe aktarılamaması sonucunda madur ve mazlum olan insanların kendisini mağdur eden Batı medeniyetine koşar adım iltica etmesinin önüne geçilemeyecektir. DİPNOTLAR AKYOL Aygün, İbn Haldun’da Kültür ve Medeniyet Tasavvuru, Elis Yayınları, Birinci Baskı, Eylül 2019, S.84 OCAK Ahmet Yaşar, Türkiye Sosyal Tarihinde İslam Macerası, Timaş Yayınları, Timaş Yayınları, Birinci Baskı, Eylül 2010, S.31 ORTAYLI İlber, Tarih Yazıcılık Üzerine, Cedid Neşriyat, Birinci Baskı, Eylül 2009, S.17 GÜÇLÜ Mustafa, Mazlum Coğrafyaların Beklediği Kahramanlar Alperenler, Birinci Baskı, Temmuz 2018, S.5 ÖZAYDIN Arif, Medeniyet ve İktisat, İnsan Yayınları, Birinci Baskı, 2019, S. 20-24 ARVASİ Seyit Ahmet, Türk İslam Ülküsü, Bilgeoğuz Yayınları, Birinci Baskı, Aralık 2013, S.194 GÜNGÖR Erol, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, 11.Basım, 1995, S.116 KURAN Ercüment, Türk Çağdaşlaşması, Akçağ Yayınları, Birinci Baskı, Ankara 1997, S.11-12 GÖKDAĞ Bilge Oğuz, Türklerin Dünyası, Kübak Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul 2005, S.7 DURMUŞ İlhami, Bilge Kağan, Akçağ Yayınları, Üçüncü Baskı, Ankara 2017 KURAN Ercüment, a.g.e, S.12-13 KURAN Ercüment, a.g.e, S.13-14 ŞEKER Mehmet, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 5.Baskı, Ankara 1999, S.XIII-XIV HEPER Metin, Osmanlı’da Devlet Geleneği, Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı 73, S.113-135 TABAKOĞLU Ahmet, Osmanlı Devletinin Kurululuşunun İçtimai ve İktisadi Dinamikleri, Türk Yurdu Yayınları, Mayıs 2000, Ankara, S.131-134 GENÇ Mehmet, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Yayınları, Birinci Basım, İstanbul 2002, S.71 ACUN Fatma, Osmanlı Şehirlerinde Devlet ve Sivil Toplum, Sivil Toplum Dergisi, Yıl:3 Sayı:10, Nisan-Haziran 2005, S.53 İŞPİRLİ Mehmet, Sivil Toplum Dergisi, Osmanlı’da Vakıfların Tarihi Gelişimi, Yıl:4 Sayı:15, Temmuz-Eylül 2006, S.63 İSEN Mustafa, Akıncılağın Türk Kültürüne Etkileri ve Edebiyatına Katkıları, Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı:73, 2003, S.138 Özdemir Şennur, İslam ve Sınıf, Nika Yayınları, 1.Baskı, Mayıs 2014, S.137-141 KOÇİ BEY RİSALESİ, Zuhuri Danışman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları:2126, İstanbul 1993, S.36 KÖSEOĞLU Nevzat, Kültürel-Dini Dinamikler, Türk Yurdu Yayınları, Mayıs 2000, Ankara, S.77 DEMİREL Ahmet, Türkiye Günlüğü Dergisi, 1920 ile 1923 Arasında Türkiye’de Temsili Demokrasi, Sayı:74, 2003, S.173-183 GÜNGÖR Erol, a.g.e, S.226-227 ÖZAYDIN Arif, a.g.e, S.9 Süleyman Hayri Bolay, Ahmet Yesevi’nin Kelamının Günümüze Yansıması: Anadolu Mayası ve Yalçın Koç, Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı:112, Güz 2012, S39-56 GÜNGÖR Erol, İslamın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yayınları, 7.Basım, İstanbul 1990, S.186 GÜÇLÜ Mustafa, a.g.e., S.26 GÖKALP Ziya, Türk Töresi, Ötüken Yayınları, 6.Basım, 2014, S.20 Kutlu Dönmez, Türkler ve İslam Tasavvuru, İSAM Yayınları, 2.Basım, 2017, S.131-152 KOÇ Yalçın, Anadolu Mayası, Cedid Yayınları, Birinci Baskı, Ankara 2015 KOÇİ BEY RİSALESİ, a.g.e., S.34 Kutlu, a.g.e, S.239-244
Mustafa Güçlü
Anadolu-Sen Konfederasyonu Genel Başkanı
Medeniyet Tarihi
GİRİŞ
İnsan sadece biyolojik yaşamıyla yetinmeyerek kavram inşa eden bir varlıktır. İnsan kendi dışındaki doğada gördüğü somut olayları ve cisimleri soyutlama yaparak zihninde kavramlaştırır, bu yüzden de sırf tepki yönünde davranışta bulunmayarak zihninde meydana getirdiği bu kavramlara göre fiillerini kararlaştırır. İnsanın fiillerine yön veren kavram, olanın olduğu gibi algılanması yada vasıflandırılması değil, bir mihenge göre algı içeriklerinin düşünceyle kavranmasıdır. Bu da demektir ki kavram sadece duyu planındaki pasif bir algı değil zihin planındaki düşünmeyle yapılan bir inşadır. Kısacası kavramlar insan zihninin mahsulüdür. Bundan dolayı da büyük ölçüde objektif olmaktan çok sübjektif değer taşımaya daha yakındır. Ortaya atılan kavramlar ifa ettikleri somut olayları ve cisimleri bir intizam içinde ele alıp onların karmaşık görünüşünü ortadan kaldırıp gözlemlerle ters düşmeyen ve onları anlaşılır bir hale getiriyorsa kendi içinde tutarlı bir anlam ifade ederler ve kabul görürler. Bu noktadan hareket Türk medeniyet tarihi sadece milletimizi ilgilendiren bir konu olmaktan ziyade etki alanı kapsamında çok geniş bir coğrafyayı ilgilendiren bir mahiyet arz etmektedir. Bu nedenle Türk medeniyet tarihini incelerken, tarih ve medeniyet kavramlarını ele alarak başlamak ve konuyu Türklerin tarih sahnesinde varoluşunu ve hüküm sürdüğü coğrafyalarda adaleti tesis etme noktasında verdiği mücadele ile günümüze kadar geliş sürecinden bahsederek tamamlamak gereklidir.
TARİH ve MEDENİYET KAVRAMI
İnsanoğlunun bugünkü bilgi ve birikimine sahip olma sebebi, geçmiş ve gelecek arasındaki irtibatı sağlamasıdır. Diğer tüm canlılar için tek bir gerçeklik vardır ki oda “an”dır. Tüm canlılar, an’ın ötesine geçememektedir, bütün varlıklarını bu düzen içerisinde sürdürmektedirler. İnsan ise geçmiş, an ve gelecekten oluşan bir zaman tasavvuruna sahip olması sebebiyle geçmiş birikimlerinden ders çıkarmasını bilmiş, geleceğe geçmişte yaptığı hataları yapmaksızın ulaşabilmiştir. Bu da insanın yaptığı işlerin gittikçe mükemmel ve organize bir hale gelmesini sağlamış, daha rahat bir ortama imkan sağlamıştır. Ancak zaman içinde daha rahat bir ortama sahip olma çabası, diğer insanların huzurunu bozulmasına, emeklerinin ve özgürlüklerin sınırlanmasına sebep olmuş ve tarih bu döngü içerisinde hükümran olan topluluklarla hükmedilen topluluklar arasında bir mücadele olarak seyrini sürdürmüştür. Bu noktada başkalarının özgürlüklerine ve haklarına saygı gösteren, kendi özgürlüğünü ve hakkını da savunan bir anlayış ortaya koyabilmek için, insanın öncelikle düşünme melekesini sağlam temeller üzerine kurgulanması gerekmektedir. Bu sağlandıktan sonra geçmişini bilen ve onun üzerinde değerlendirmelerde bulunabilen bir anlayışa erişilebilir. İşte burada geçmişi bilmek tarih ile karşılanmaktadır(1). Tarihçinin buradaki görevi, kaynakların ortaya koyduğu malzemenin resmettiği tabloyu, renklerini, çizgilerini sansüre tabi tutmadan tespit, analiz ve izah etmek, sonra da ideolojisini, inançlarını kimliğini olabildiğince işine karıştırmadan verileri yorumlayarak meseleyi ortaya koymaktır (2). Ancak sorun tam da burada başlamaktadır. İlber Ortaylı Hocamız bu durumu “Medeniyet tarihi açısından en tehlikeli şey, Aydınlanma çağının tarih yaklaşımıdır; çünkü tarihi yorumlama kademelere ayrılmıştır. Teolojik (gai) bir yorum getirmişlerdir. Voltaire, Weber, Tonnies, Karl Marks bu çizgiye dahildir. Ancak ne Titus Livius, ne İbn Haldun, ne İbnü’l Mukaffa böyle bir yaklaşım sergilememiştir. Onlar tarihe tarih olarak, somut bir şey diye, somut bir enformasyon diye bakmışlardır” diyerek ifade eder (3). İnsan için önemli olan tarihi ideolojik olarak yorumlamaktan ziyade, iyi okuyarak ibret ve ders çıkarmak, hem fert hem de toplum olarak insanlığın faydasına olacak mahiyette gelişmektir (4).
İnsanlığın bilgi ve birikiminin ifadesi olan tarihin en önemli kavramlarından birisi olan “ medeniyet” Arapça “şehir” anlamına gelen “Medine” isminden türemiştir. Medeniyet kavramıyla, şehirliliği, dinin şehirde ekonomik, kültürel, estetik, siyasi anlamda ifadesinin somutlaştığı dünya görüşünün yaşamda ifadesini bulan bütün kastedilmektedir. Kavramın Batı dillerindeki karşılığı “civilization”dır. Sivilizasyon Latincede “şehirli” anlamına gelen “civilis” kelimesinden türetilmiştir. Şunuda ifade etmek fayda vardır ki medeniyet kavramı Batı’daki “civilization” kavramının karşılığı olarak kullanılsa da iki kavram birbiri ile örtüşmemektedir. Bu iki kavramın örtüşmemesinin nedenini, beslenmekte oldukları kaynakların farklılığında aramak gerekir. Medeniyet “din” orjinli, sivilizasyon “akıl” akıl orjinli bir kültür birikimidir. Bunlardan birisi “dini-vahyi bilgi temelli medeniyet”tir ki bunun yaşayan örneği İslam medeniyetidir. Diğeri ise “laik, seküler bilgi temelli medeniyet”tir ki bunun yaşayan örneği de Batı medeniyetidir (5). “İslam Medeniyeti” Türk-Arap-Fars milletlerinin ortak eseri olduğu halde, “Garp Medeniyeti” Avrupalı birkaç milletin ortak eseri durumundadır. Her “enstrüman”, kendi ses ve özeliklerini koruyarak “orkestraya” katılabilir ve onun ortak ahenginde pay sahibi olabilirse, bir millette özeliklerini kaybetmeksizin her hangi bir medeniyete katılabilir, medeniyet değiştirebilir (6). Bu noktada medeniyet ve kültür arasındaki ilişki üzerinde de durmak gerekmektedir. Kültür ve medeniyet arasındaki başlıca farklardan birinin de gaye ile vasıta arasındaki farkdan ibaret olduğu söylenir. Bu kanaatte olan ilim adamlarına göre medeniyet beşeri gayelerin elde edilmesi için kullanılan bu vasıtaların bütününü ifade eder. Bu bakımdan teknolojik seviyede meydana getirilen eserler medeniyete aittir. Kültür kıymetleri ise kendi başına gaye olan şeylerdir. İnsanın hayatı kontrol etmek üzere yarattığı sosyal organizasyon sistemleri, teknikler ve her türlü vasıtalar bizim ihtiyaçlarımızın karşılanması gibi bir hizmet ederler. Matbaa makinası kitap basmak için, yağlı boyalar resim yapmak için, tiyatro sahnesi piyes temsil etmek için, spor salonu oyun oynamak için yapılmıştır. Bu vasıtalarla elde edilen edebi eser, resim, piyes temsili, spor faaliyeti ise insanın ihtiyaçlarını doğrudan doğruya temin eden şeylerdir, yani hepside kültüre aittir. Medeniyetin buradaki tarifine itiraz edebilirsiniz fakat bu pek önemli değildir. İsterseniz medeniyet yerine burda teknoloji diyin asıl önemli olan insanların bizatihi olarak yarattıkları kültür kıymetleri ile bu kıymetlerin ortaya çıkmasında vasıta olan şeyleri birbirinden ayırabilmektedir (7). Bu ayırım yapılamadığı zaman teknolojik medeniyetin öncülüğünü yapan toplumlar bu noktada kendileri ile kültürel etkileşime giren toplumlaları “kültürel eritime” tabi tutmaya yönelmektedir.
Netice itibari ile medeniyet, toplumunların değerler sistemiyle ortaya koyduğu hayata dair etkinliklerin toplamıdır. Bu çerçevenin içinde adalet hayatta insanca yaşayarak varolmanın mücadelesidir. Aynı zamanda medeniyetin pratiğidir ve her medeniyetin de kendine özgü bir adalet tasavvuru mevcuttur.
TÜRK MEDENİYET TARİHİ
Türklerin anavatanı Orta Asya’nın geniş bozkırlarıdır. Tarihi araştırmalar Türklerin bu bölgedeki geçmişinin M.Ö. 2500 yılına kadar gittiğini ortaya koyar. Türkler, ebedi olduğuna inandıkları “Gök Tanrı”ya tapmışlardır. Savaşçı bir yapıya sahip olan Türkler, ata iyi bakmış ve savaşlarda ondan çok iyi faydalanmışlardır. Koyun beslemiş ve demiri işlemişlerdir. Kuzey Altay dağlarının batısından M.Ö. 1700 yılından sonra doğu, güney ve batı yönüne doğru göç etmişlerdir. Cihan hakimiyeti mefküresini içselleştiren Türkler, M.Ö Dördüncü yüzyılda Doğu Hun Devletini kurmuş, M.S. Dördüncü yüzyılda da Batı Hun Devletini kurarak en parlak dönemlerini Atila’nın hükümdarlığı zamanında yaşamışlardır.
M.S. Altıncı yüzyıl ortalarında Baykal Gölü civarında kurulan ve kısa bir sürede Asya’nın geniş bir bölümünü kontrol altına alan devletin adı ise Gök-Türk hakanlığıdır. Gök-Türkler sağlam bir yönetim anlayışına sahip tarihte Türk adı ile kurulan ilk devlettir (8). Türklerin dil izleri M.Ö 3500 yılana kadar gidildiğinde Sümerler’e kadar uzansa da (9) somut olarak bugüne ulaşan ilk yazılı eser M.S 748 yılında Gök-Türk alfabesi ile yazılan Orhun Kitabeleridir. Kitabelerden Gök-Türklerin sağlam bir milli şuura, vatan sevgisi ve devlet yönetimi geleneğine sahip oldukları anlaşılmaktadır. İstişare niteliğinde gerçekleştirilen kurultaylarda kahramanlık, bilgelik, fazilet ve yiğitlik sahibi kağanın belirlenerek atandığı bir devlet yöneticisi tayin geleneğine sahip olan Gök-Türkler, otoriter bir yapıya sahip olmasına rağmen yetkilerini töreler çerçevesinde kullanarak bir yönetici kadro paylaşan kağanın en büyük görevinin refahı sağlamak, insanların huzur ve güven içinde yaşaması için elzem olan iskan ve sosyal teşkilatlanmayı sağlamak olduğu, bugüne kadar intikal eden o döneme ait kitabelerden anlaşılmaktadır (10). Türk tarihinde derin izler bırakan Gök-Türk hakanlığı 745 yılında Uygurlar tarafından yıkılmıştır. Türkler Uygurlar döneminde yerleşik hayata geçmişler, Mani dinini kabul ederek sanat, edebiyat ve ticaret sahasında tesirleri bütün Asya kıtasında hissedilen bir medeniyet kurmuşlardır (11).
Müslümanlığı seçen ilk Türkler M.S Yedinci yüzyılda Buğrahan öncülüğünde Karahanlılar daha sonrada Gazneli Sultan Mahmut önderliğinde Gazneliler olmuştur. Türklerin Müslümanlar arasında gücünü derinden hissettirmeye başlaması 960 yılında Maveraünnehir bölgesine yerleşen Oğuz Türklerinin Horasan’ı kontrol altına alarak Selçuklu Devletini kurması ile başlamıştır. Zamanla Selçuklu Devletinin hakimiyet alanı Çin’den Akdeniz kıyılarına kadar uzanmıştır. Osman Turan’a göre “Selçuklular’ın Medeniyet tarihinde en büyük hizmetleri, İslam dünyasının her tarafına cami, medrese, kütüphane, tıp mektebi, hastane, imaret, zaviye, kervansaray ile doldurmaları, bu müesseselere büyük vakıflar yapmaları”dır. Büyük Selçuklu Devleti Sencer’in 1157’de vefatı ile yıkılmıştır (12).
Oğuz boyları 11. Asrın sonlarında Anadolu’ya yönelmiş, Anadolu Selçuklu devletini kurmuşlardır. Anadolu’da Türk medeniyetinin kurulması, Selçuklular’ın bir asır kadar devam eden dış ve iç mücadelelerini müspet bir sonuca bağlamasıyla başlamıştır. Anadolu’da milli birliğin kurulması ve Bizans İmparatorluğa’na, Malazgirt’ten sonra ikinci büyük darbenin Mirya Kefelon Muharebesi ile vurulmasından sonra artık Anadolu’da, Türk üstünlüğü ile medeni ve iktisadi faaliyetler çabucak gelişmeye başlamıştır. Avrupa’da yeni bir medeni ve ticari faaliyet devresinin başladığı döneme denk gelen bu süreçte, Anadolu Batı, Kuzey-Güney, bütün medeni milletler arasında bir mübadele sahası, bir köprü durumu kazanmıştı. Bugün Anadolu’nun ıssız köşelerinde kalmış o muazzam kervansaraylar bizlere, yalnız medeni ve sosyal hayatın yüksek seviyesini değil, aynı zamanda bu milletler arası yolların ticari manasını açık şekilde gösterir. Bunlar bütün yolcuların milliyet, din ve mevki farkı gözetmeksizin, hayvanları ile birlikte, bedava yeme ve yatmalarına hizmet ediyor, hastalarını tedavi ve fakirlerine de yardım temin ediyordu. Bu mahiyette devam eden bir süreçle Orta Asya’dan “Allah Yolunda Gaza ve Cihat” ideali ile göç eden Türkmen nüfusun dengeli bir iskan politikası ile Anadolu’ya yerleştirilmesi, bölgenin İslamlaştırılması ve kalıcı bir Türk yurdu haline gelmesini sağlamıştır. Bu bahsi geçen altyapı sağlamlığı Anadolu Selçuklu Devletinin gerek iç, gerekse dış nedenlerden ötürü küçük beyliklere dağılmasına rağmen, kültür ve İslam imanın verdiği güçle bu ayrılan yapıların en kuvvetlisinin etrafında yeniden toplanmasını sağlamıştır (13). Neticede Osmanlı Devleti doğmuştur.
Osmanlı Devleti, iki rakip semavi dinin ve uygarlığın kesiştiği noktada bir gazi devleti olarak doğmuştur. Söz konusu köken, Osmanlı’ya özgün özellikler kazandırmış ve belirli bir siyasal kültürün çıkmasına yol açmıştır. Osmanlı’da devlet, fetih düşüncesi üzerine bina edilmiştir. Türkler Batı’da Bizans, Doğu’da da diğer Müslüman ülkelerin zararına genişleyerek kendi devletlerini kurmuşlardır. Böylece, Osmanlı devletinin kuruluşunda askeri öğe önemli rol oynamıştır. Osmanlılar, güçlerinin en zirvesinde oldukları dönemlerde dahi dört bir tarafta güçlü düşmanlarla karşı karşıya idiler. Bu durum Osmanlı ordularının devamlı savaşa hazır tutulmalarını gerektirmiştir (14). Tabiki muazzam bir mahiyette işleyen işleyen askeri sistemin arkasında çok düzenli bir sosyal, ekonomik ve kültürel hayatın olduğu muhakkaktır. Bu durumun oluşmasının arka planında Osmanlı Devleti’nin fethettiği coğrafyaların insanlarını sarıp sarmalayan ve o bölgelere yeni yerleştirdiği İnsanları çok düzenli bir iskan anlayışıyla konumlandırması (15), iktisadi üretimi besleyen sağlıklı bir toprak rejimi uygulaması (16) ve planlı bir şehir yapılanması sağlaması yatmaktadır ki bu mahiyette oluşan şehirlere “Osmanlı Şehri” veya “Türk Osmanlı Şehri” tabiri kullanılmıştır(17). Osmanlı Devleti zamanında Kuzey Afrika’dan Kırım’a, Budin’den Basra’ya uzanan coğrafya mekan genişliği, ayrıca ondördüncü yüzyıldan yirminci yüzyıla uzanan altı asırlık zaman genişliği, bu geniş coğrafya ve zaman içerisinde gerek sayı, gerek tür olarak vakıf eserlerinin çokluğu ve bunların idaresi için geliştirilen dini-hukuki ve bürokratik uygulamaların hepsi Osmanlı devleti tarafından -şehir hayatının oluşumunda en önemli yere sahip- vakıfların bir devlet politikası olarak çok yönlü teşvik edildiğini ortaya koyar (18). Kurulan vakıflar aracılığı ile hakim olduğu bölgelere yeni bir düşünce, hayat anlayışı ve medeniyet gelmiş, camilerin yanında ve onlarla içi içe eğitim öğretim merkezi teşekkül ettirilmiş, daha sonra medreseler ve tekkeler birlikte şehrin kültürel alt yapısını oluşturmuştur. Şehir, coğrafi konumunun kendisine sağladığı olumlu imkanlar, ya da bağlı olduğu uygarlığın kendisine olan ihtiyacı doğrultusunda siyasi ve ekonomik açıdan gelişip serpilirken sözü edilen bu kültürel kurumlarla da yeni kimliğini kazanmıştır (19). Bu kimliğin kazanılmasında en önemli kurumlardan bir diğeri de hem siyasi hem ekonomik işleyiş bakımından sosyal hayat üzerinde derin tesirleri olan Ahiliktir. Ahilik teşkilatı özü itibari ile iktisadi bir korum olmasına rağmen kendisini ekonomik konularla sınırlamayarak toplumun tüm kesimlerini dışlayıcı/sınıfsal/kategorize etmeden bünyesinde bütünleyici mahiyette örgütleyen bir kurum mahiyetindedir. Aynı zamanda adaletin tesisi adına halkla resmî kurumlar arasında arabuluculuk işlevi görüyordu. Ahilik meydana gelen sorunlara son verilmesi için anlaşmaya varılamayan konularda geniş bir katılımın sağlandığı “memleket toplantısı” adında toplantılar düzenlerlerdi. Bu toplantılarda gereğinde merkezi yönetimle zıtlaşmaya gidecek kadar kararlarda alınabiliyordu. Bu durumda “resu’l ulema” devreye girerek padişaha itaat ve sadakatin gereğini vurgulayarak zulme karşı susmanında şeriata uygun olmadığını bildirerek resmî görevlilerin padişaha şikayet edilmesi yoluna giderdi. Adaletin tesisi konusunda yönetim halk bütünleşmesini gidilirdi (20).
Osmanlı Devletinde tabandan tavana uyumlu işleyen bu sistemin arka planını Koçi Bey yazdığı risalede daireyi adalet üzerinden açıklar: “velhasıl saltanat-ı âliyyenin şevket ve kuvveti asker ile, askerin ayakta durması hazine ile, hazinenin toplanması reaya ile, reayanın ayakta durması adalet ve doğrulukladır” (21). Adalet, güven ve hoşgörü esası üzerine büyük bir devlete dönüşen Osmanlı üç kıta ve yedi denize hükmeden büyük bir cihan devleti olmuştur. Diğer bir ifade ile Orta Asya’da Seyhun ve Ceyhun nehir arasında bulunan Maveraünnehir’den derya gibi dışarı taşarak akan güç Anadolu’da adeta koca bir çınara dönüşmüştür. Koca köklü çınarın iman motivasyonuyla (22) ayakta duran sağlam iradesi hem kendi içinde hem de kendi dışında gelişen hadiselerle zaafiyete uğrayınca Osmanlı’nın yıkılışı mukadderata dönüşmüş ve onun külleri arasından Türkiye Cumhuriyete Devleti doğmuştur.
23 Nisan 1920 ile 16 Nisan 1923 arasında yaklaşık üç yıl süre ile faaliyet gösteren ve bir yandan işgalci güçlere karşı Kurtuluş Savaşı’nı yönetip başarıya ulaştıran, bir yandan da birbiri ardına yaptığı yasal düzenlemelerle Türkiye Cumhuriyetinin temellerini atan Birinci Meclis’in böylesine zor şartlarda hizmet ederek Türkiye’nin kuruluş yıllarında kendi iç yapısındaki farklı ve zengin bakış açılarını da muhafaza eden demokratik bir yapıya sahip olması ve Kurtuluş Savaşı’nın böyle bir meclisin yönetimi altında başarıya ulaşmış olması, Türkiye için bugün de, gelecekte de önemli bir mirastır (23).
Kuruluş felsefesi bu mahiyette gayet kavi olan Genç Türkiye Cumhuriyeti’ne modernleşme adına zamanla hâkim olmaya başlayan farklı bir zihniyet ile millet ve devlet arasına mesafe konmuş ve milleti öteleyen bu zihniyetin ürünü olarak organize olan bürokratlar ve aydın eliyle devlet toplum ilişkisi hep tek taraflı olmuştur. Devleti yöneten elitler tarafından millet hep nesne koruma itilmiş, hiçbir zaman özne olarak algılanmamıştır. Aydının halka bakışı da bürokrasiyi elinde tutan elitlerden farklı olmamıştır (24). Sorumluluk alması gereken devlet olmasına rağmen, maalesef hep vatandaşa ödevler yüklenmiştir. Devlet gücünü tekelinde tutanlar, nesiller arası kültür bütünlüğünü sağlayarak gençlerimizi geleceğe hazırlayacak eğitim politikalarını hayata geçirecek yerde, tam tersi politikalar uygulayarak bizi bizden uzaklaştıran bir insan ve toplum modelini hayata geçirmeye çalışmışlardır. Anadolu’nun değerlerini benimseyen halk kitlelerini hakir görerek, Batıya özenip yol almaya çalışan elitler ve aydınlar bir türlü bu hedeflerinde başarılı olamamışlardır. Yaşanan tüm bu süreçlerin neticesinde Kaplan’a göre Türkiye’nin en temel varoluşsal sorunu, medeniyet iddialarını ve medeniyet perspektifini yitirilmesi olmuştur. Medeniyet iddialarının yitirilmesi, yönümüzü ve yörüngemizi yitirmemizle sonuçlanmıştır. Bu da kaçınılmaz olarak, ülkemizde, coğrafyamızda ve dünyada yaşanan hadiselere çığır açıcı şekillerde bakabilmemizi mümkün kılacak bakış açılarımızı kaybetmemize yol açmıştır. Sonuçta, Batılılaşma/sekülerleşme projesiyle başkalarının iddialarını benimser hale gelinmiştir (25). Ülke insanımızın kimlik krizine girmesine sebebiyet veren medeniyet değiştirme hamlesinin göze çarpan en bariz yönü insanı kavrayışta ortaya koyulan farklılıktır.
Batı medeniyetinin özünü oluşturan Grek-Latin-Kilise diyarında “ferdi bireysel özgürlük” iptal edilir. Bu diyarda “bireysel özgürlük”, “yığınsal bireyler arasında, “zıtlık” esasına dayanan bir “sınıflandırma-serbestleştirme” ilişkisidir. Yani “insanın varlıksal dayanağı”, “düşünme ve idrak yetilerinin” yanı sıra “yığınsal aidiyet” ve “benzeri” olan “yığınsal bağlantısı”dır. Grek-Latin-Kilise diyarında “toplum”un “temsili” olarak “kollektif bilinç” esas alınmakta; birey, “kollektif bilinç”i “içselleştiren şey” olarak takdim edilmektedir. “Kollektif olan” bazen Max Weber’de olduğu gibi “Protestan etik”i, bazen Marks’ta olduğu gibi “sınıf” olarak tezahür eder. Halbu ki “insan”, kendi “varlığının esasından” kaynaklanan bir şekilde “özgürlük”ü aramak ve özgür olmakla yükümlüdür. “Varlığın esası’ndan” kaynaklanmayan bir “özgürlük”, insanın doğasına aykırı düşer. Bu nedenle Grek-Latin-Kilise diyarında, “ferdi/bireysel özgürlük”ün, esas hürlüğün yolu “kapalı”dır. Temelde böyle kendine bile yabancı insan anlayışına dayalı Batı medeniyetini Anadolu Türküne kimlik olarak dayatılması geri tepmiştir. Çünkü Türklerin, Müslüman olduktan sonra Maveraünnehirden taşarak yurt edindikleri Anadolu’ya taşıdıkları ve insanların gönüllerine çaldıkları maya ile tesis ettikleri medeniyet anlayışı buna müsaade etmez. Anadolu mayası’nda “ferdi özgürlük”ün esası “gönül”dür. Anadolu mayasında, “birey” gönlünü bilerek “özgür” olmaktadır. Bu kapsamda bugün Türk Medeniyet anlayışının yeniden ihyası ve inşası için Greko-Latin-Kilse diyarı olarak vasıflandırılan eski Yunan kültürü ve düşüncesine dayanan, aynı zamanda iki bin senedir Hristiyan kilisesinden beslenen Batı tefekkürüne, kültürüne, sanatına, özelikle musikisine, kısacası Batının bütün müesseselerine ve felsefelerine yahut “medeniyetine” karşı duyulan hayranlıklardan vazgeçmek; aynı zamanda da Ahmet Yesevi’nin bizzat “Kur’an’dan” aldığı “ilahi kelam’a” dayandırarak Anadolu’ya insanların gönlüne çalınmak üzere “Anadolu mayası” olarak isimlendirilen “Türkistan’dan gelen kelam’ın”, “Vehhabi” diye kavramlaştırılan bütün düşmanlarından, onların yıkıcı tesirlerinden temizlemek gerekmektedir (26). Türk milleti tarafından yapılması lazım gelen bu önemli sorumluluklar sadece Türkleri değil tüm İslam dünyasını ilgilendiren bir konudur. Çünkü Türklerin iddiası olan medeniyet tasavvurunun hayata geçmesi ümmetin ayağa kalkması demektir. Prof. Dr. Erol Güngör’ün ifadesiyle “Pratikteki en büyük engel bugünkü Müslüman ülkelerden hiçbirinin diğerlerini güçlü bir dayanışmaya sokacak güce sahip olmayışıdır. Hiçbir İslam ülkesi, karşısında kendisi için ideal edineceği, hayranlık duyduğu bir devlet göremiyor. İslam devletlerinin bu zayıflığı onları kendileri dışında teşekkül eden farklı farklı politikaları kabule itiyor. Bu durumda yakınlaşmak şöyle dursun, husumetleri artırıyor” (27 ). Bu durumun farkında olan küresel güçlerin boş durmayarak bu krizin derinleşmesi için elinden geleni yaptığı açıktır. Huntington’un İslam medeniyetini, Batı medeniyetinin düşmanı ilan edip, önünün nasıl kesileceğinin yollarını büyük bir ustalıkla sıralaması ve özellikle Türkiye’nin İslam medeniyetinin içerisinde yer almaması için değişik yollar önermesi, aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa içinde de yerinin asla olmadığını vurgularken, yine de taktik gereği içimizdeki sözde seçkinlerin Batı’yı tercihlerinin desteklenmesini istemesi, bu durumun en büyük kanıtıdır (28)
SONUÇ
Milletler çok farklı saiklerle çeşitli medeniyetlerle temasa geçebilirler. Türk milleti de gerek kendi iç yapısından kaynaklanan doğal akıştan kimi zamanda dış zorlamalarla Batı medeniyetiyle etkileşim içine girmiştir. Yaşanan bu süreçlerde millet olarak medeniyet değiştirme veya medeniyet bunalımının yaşandığı gibi bir hisse kapınılsa da bu kabul edilebilir bir durum değildir, zira Türk medeniyet tarihinin kendine has orijinal yapısından kaynaklanan hüviyeti buna müsaade etmeyecek kuvvete sahiptir. Ziya Gökalp’in ifade ettiği gibi “medeniyetlerin coğrafi hudutları ayrı olduğu gibi tarihi tekamülleri de müstakildir”. Türk milleti için bu müstakilliğin sınırını çizen ve Orhun Kitabesinde metinlere de yansıyan bir töresi (29) ve İslam inanç sistemi(30) vardır. İşte bu törenin ve inanç sisteminin hakim olduğu ruh ikliminin yaşandığı Mavereünnehir’de Ahmet Yesevi’nin öğrencilerinin gönlünde tutuşturduğu ve onlarında Anadolu insanının gönlüne çaldığı Anadolu mayası (31) ile kurulan ve adalet üzerine tesis edilen medeniyet anlayışının ihyası ve yeniden inşaası sadece Türk milletinin değil tüm insanlığın huzurunu tesis edebilecek güçtedir. Koçi Bey’in Risalesinde “zavallıların gözyaşları dünyayı fenalığa boğar”(32) demektedir. Adeta Türkler tarih boyunca bu olumsuzluğun tecelli etmemesi ve adaletin sesi olmak için Bilge Tonyokuk’un “Çoklar diye çekinme, azız diye korkma” diyerek ortaya koyduğu ölçüden hareketle zalime karşı her zaman şecaatle karşı durmuştur. Bu dirayeti ortaya koyan medeniyet anlayışı, her daim sevgiyi özünde barındıran yapısı ile mazlumun yanıbaşında olmuştur.
Günümüzde birbirini ötekileştirerek kendi varlığını devam ettirmek üzere kurgulanan toplum yapısının insanlığın içinde bulunduğu ızdırabı dindirecek bir medeniyet tasavvurunu hayata geçirmesi mümkün değildir. Bahsi geçen Türk-İslam medeniyet anlayışı, beşeriyete içinde kıvrandığı medeniyet krizden kurtularak düzlüğe çıkma yolunda çıkış kapısını sağlayabilecek güçtedir. Türk-İslam medeniyet anlayışının insanlığa sunabileceği “bir arada yaşama tecrübesi” iyi bir model mahiyetindedir. Etkisi altına aldığı tüm insanları din, dil, ırk, mezhep ve meşrep farklılığı gözetmeksizin aynı hedefe doğru birleştirip kanalize edebilme tecrübesi bu noktada güzel bir örnek olarak gözler önündedir. (33). Bugün Türk milletinin yedi-sekiz milyon mağdur ve mazlumu geçici koruma altına alarak ülkemizde misafir etmesine kayda değer rahatsız edici itirazlar olmadan bünyesinde barındırabilmesi ve Türkiye’nin Avrupa’ya çıkış kapılarını sonuna kadar açmasına rağmen sadece birkaç yüz bininin Avrupa’ya geçmek için kapılara yığılması Türk-İslam medeniyet tasavvurunun merhamet ve insan sevgisine dayanan insancıl yüzünün günümüze bir yansımasıdır. Yoksa Yunan Devletinin ülkemizde misafir olan milyonlarca geçici koruma altına alınan mağdur ve mazlumların kendilerine iltica etmek isteyen sadece birkaç yüz bin göçmenin denizde olanlarının botlarını batırması ve karadan gelenlerin elbiselerini ellerinden alarak çırılçıplak tekrar sınır dışı etmeleri, buna tüm Avrupa Devletlerinin alkış tutması bize göstermektedir ki, insanlığın ihtiyaç duyduğu merhamet ve güven ortamını Batı medeniyetinin gerçekleştirmesi beklemek sükutu hayalden öteye geçmeyecektir.
Hatm-ı Kelam, bugün yapılması gereken sahih olan kadim medeniyet tasavvurumuzun istikrarlı bir siyasi yapıya nasıl bir sistemle dönüştürülüp hayata geçirilebileceği hususunda kafa yormaktır. Yoksa Türk-İslam medeniyet değerlerinin teoriden pratiğe aktarılamaması sonucunda madur ve mazlum olan insanların kendisini mağdur eden Batı medeniyetine koşar adım iltica etmesinin önüne geçilemeyecektir.
DİPNOTLAR
AKYOL Aygün, İbn Haldun’da Kültür ve Medeniyet Tasavvuru, Elis Yayınları, Birinci Baskı, Eylül 2019, S.84
OCAK Ahmet Yaşar, Türkiye Sosyal Tarihinde İslam Macerası, Timaş Yayınları, Timaş Yayınları, Birinci Baskı, Eylül 2010, S.31
ORTAYLI İlber, Tarih Yazıcılık Üzerine, Cedid Neşriyat, Birinci Baskı, Eylül 2009, S.17
GÜÇLÜ Mustafa, Mazlum Coğrafyaların Beklediği Kahramanlar Alperenler, Birinci Baskı, Temmuz 2018, S.5
ÖZAYDIN Arif, Medeniyet ve İktisat, İnsan Yayınları, Birinci Baskı, 2019, S. 20-24
ARVASİ Seyit Ahmet, Türk İslam Ülküsü, Bilgeoğuz Yayınları, Birinci Baskı, Aralık 2013, S.194
GÜNGÖR Erol, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, 11.Basım, 1995, S.116
KURAN Ercüment, Türk Çağdaşlaşması, Akçağ Yayınları, Birinci Baskı, Ankara 1997, S.11-12
GÖKDAĞ Bilge Oğuz, Türklerin Dünyası, Kübak Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul 2005, S.7
DURMUŞ İlhami, Bilge Kağan, Akçağ Yayınları, Üçüncü Baskı, Ankara 2017
KURAN Ercüment, a.g.e, S.12-13
KURAN Ercüment, a.g.e, S.13-14
ŞEKER Mehmet, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 5.Baskı, Ankara 1999, S.XIII-XIV
HEPER Metin, Osmanlı’da Devlet Geleneği, Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı 73, S.113-135
TABAKOĞLU Ahmet, Osmanlı Devletinin Kurululuşunun İçtimai ve İktisadi Dinamikleri, Türk Yurdu Yayınları, Mayıs 2000, Ankara, S.131-134
GENÇ Mehmet, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Yayınları, Birinci Basım, İstanbul 2002, S.71
ACUN Fatma, Osmanlı Şehirlerinde Devlet ve Sivil Toplum, Sivil Toplum Dergisi, Yıl:3 Sayı:10, Nisan-Haziran 2005, S.53
İŞPİRLİ Mehmet, Sivil Toplum Dergisi, Osmanlı’da Vakıfların Tarihi Gelişimi, Yıl:4 Sayı:15, Temmuz-Eylül 2006, S.63
İSEN Mustafa, Akıncılağın Türk Kültürüne Etkileri ve Edebiyatına Katkıları, Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı:73, 2003, S.138
Özdemir Şennur, İslam ve Sınıf, Nika Yayınları, 1.Baskı, Mayıs 2014, S.137-141
KOÇİ BEY RİSALESİ, Zuhuri Danışman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları:2126, İstanbul 1993, S.36
KÖSEOĞLU Nevzat, Kültürel-Dini Dinamikler, Türk Yurdu Yayınları, Mayıs 2000, Ankara, S.77
DEMİREL Ahmet, Türkiye Günlüğü Dergisi, 1920 ile 1923 Arasında Türkiye’de Temsili Demokrasi, Sayı:74, 2003, S.173-183
GÜNGÖR Erol, a.g.e, S.226-227
ÖZAYDIN Arif, a.g.e, S.9
Süleyman Hayri Bolay, Ahmet Yesevi’nin Kelamının Günümüze Yansıması: Anadolu Mayası ve Yalçın Koç, Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı:112, Güz 2012, S39-56
GÜNGÖR Erol, İslamın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yayınları, 7.Basım, İstanbul 1990, S.186
GÜÇLÜ Mustafa, a.g.e., S.26
GÖKALP Ziya, Türk Töresi, Ötüken Yayınları, 6.Basım, 2014, S.20
Kutlu Dönmez, Türkler ve İslam Tasavvuru, İSAM Yayınları, 2.Basım, 2017, S.131-152
KOÇ Yalçın, Anadolu Mayası, Cedid Yayınları, Birinci Baskı, Ankara 2015
KOÇİ BEY RİSALESİ, a.g.e., S.34
Kutlu, a.g.e, S.239-244
Adınız Soyadınız
E-Posta
Girilecek rakam : 455488
Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.